DERSIM COGRAFYASI

DERSİM-ZAZA ARŞİVİ
Verfügbare Informationen zu "DERSIM COGRAFYASI"

  • Qualität des Beitrags: 0 Sterne
  • Beteiligte Poster: dersim
  • Forum: DERSİM-ZAZA ARŞİVİ
  • Forenbeschreibung: Dersim-Zaza Platformu
  • aus dem Unterforum: NUSNEY : YAZILAR
  • Antworten: 1
  • Forum gestartet am: Dienstag 05.12.2006
  • Sprache: türkisch
  • Link zum Originaltopic: DERSIM COGRAFYASI
  • Letzte Antwort: vor 17 Jahren, 4 Monaten, 21 Tagen, 4 Stunden, 55 Minuten
  • Alle Beiträge und Antworten zu "DERSIM COGRAFYASI"

    Re: DERSIM COGRAFYASI

    dersim -

    DERSIM COGRAFYASI
    BİR DERSİM GEZİSİNDEN NOTLAR



    Sonbaharda Bir Başka Güzeldir Dersim

    I

    Pülümür’den Mamekiye’ye



    Son bir kaç yıldır, hep yaz tatilinde memlekete giderdim. Ama bu sefer, eylül ortasından ekim ortasına kadar süren bir sonbahara denk geldi. İstanbul’dan kiraladığım otoyla Erzincan üzeri Pülümür’e doğru yola koyulduk. Yolda bir gece konakladıktan sonra, ikinci gün Balaban Deresi’ndeki köyümüzdeydik. Birinci gün uyum sağlamaya çalışıp dinlendikten sonra, iki-üç gün bölgeyi gezdik. Köylerde kalmış olan dostlarımızı ziyaret edip, bilgi edinmeye çalıştık.


    Derê Balabanu/Balavanu (Balaban Deresi), geniş sayılabilecek bir coğrafyaya tekabül eder. Batıdan doğuya doğru, uzunlamasına Erzincan’ı geçtikten sonra Kistım (Avcılar)-Tanyeri mıntıkasından başlar, Têrcan (Tercan) ovasında son bulur. Genişlemesine ise, Erzincan’ın Kuzey’inden geçen Zigana dağlarının güney etekleri boyunca doğuya doğru Çayırlı ve Tercan’ı içine alan, Güney-doğusunda Kiği ile sınır oluşturan Bağır dağı boyunca Güney-batıda Pülümür’e doğru uzanan bölgenin adıdır, Balaban Deresi. Aslında Türkçe olarak buna ‘vadi’ demek daha doğru olacaktır. Çünkü, Balaban deresi, Fırat’ın doğu kolu olan Karasu nehrinin aktığı vadinin ortasındaki bağlantı yeridir, aynı zamanda. Doğuda, Erzurum çevresindeki dağlık alanlardan doğan, bizim Zazaca’da sadece ‘Çhem’ dediğimiz ve öyle bildiğimiz -(bugün ‘çhemê ağwa şiaê’ şeklinde çevirebileceğimiz)- Karasu nehri, Aşkale-Têrcan ovasından geçerek çok dar bir boğazdan, Sansa boğazından, Erzincan ovasına ve oradan batıya doğru akar. Sansa boğazı ya da geçidi (Gavanê Sanse, Boğazê Sanse) Karasu vadisinin, bölgedeki en dar yeridir.


    Tanyeri mıntıkasından Tercan’a bağlı -bizim Paulka/Pawılka dediğimiz- Mırcan (Mercan) kasabasına kadar demiryolu, nehir ve karayolu paralel durumdalar. Ancak bu paralellik, düz bir hat boyunca değil, nehrin kıvrımlarına göre belirlenen ve yer yer kesişen bir durum arzetmektedir. Nehrin oluşturduğu keskin kıvrım noktalarındaki bağlantılar, modern denebilecek köprüler vasıtasıyla sağlanmaktadır. Tanyeri köprüsünü, Sarqe/Derê Sarqe (Sarıkaya) köprüsü takip eder. Sonra sırasıyla Pırdê Mıti (Mutu), Pırdê Temti (Temt), Sansa-Bakımevi (Baxım) ve Demirkapı-Üçdam (Wustam) köprüleri gelmektedir. Otuz kilometrelik mesafede bulunan bu altı büyük köprü dışında, ayrıca az sayıda küçük ve tahta köprüler de vardır.


    Doğu Karasu vadisi olarak da nitelendirilen bu bölge, Sivas-Erzincan hattını Erzurum’a bağlayan tek hat değilse de, en kısa ve en önemli hattır. Tarihi Dersim’in kuzey-doğusuna tekabül eden Balaban Deresi mıntıkası, TC’nin idari yapılanmasında nehir esas alınarak bölünmüştür. Tanyeri’nden Demirkapı’ya kadar yaklaşık otuz kilometrelik mesafede akan Karasu nehri aynı zamanda, Erzincan-Tunceli il sınırını oluşturmaktadır. Balaban Deresi, anlaşılacağı üzere, Balaban aşiretinin yerleştiği vadinin veya mıntıkanın adıdır. Tarihsel olarak belirsiz olmakla beraber, bugünkü duruma göre bölgenin adını, aşiretten aldığı anlaşılmaktadır. Dr. Vet. M. Nuri Dersimi, bölge için ‘Balabitın’ diye geçen bir addan bahs ediyorsa da, bununla olan ilişkisi kesin değildir. Doğu Dersim’ın en yaygın ve en kalabalık aşiretlerinden biri olan Balabanlar (Balabanu/Balavanu), bu idari yapılanma sonucunda Erzincan’lılar -(Tercan, Çayırlı, Üzümlü ilçeleri)- ve Tunceli’ler -(Pülümür)- olarak bölünmüş durumdalar.


    1960’lı, 1970’lı yıllarda, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği bu mıntıka’da deyim yerindeyse insan kaynıyordu. Bu yılların, Dersim’in de en kalabalık yılları olduğu anlaşılmaktadır. Ya bugün durum nasıl? Yine deyim yerindeyse, köyler adeta bom boş. Bölge köylerinin büyük bölümü ya tamamen ya da büyük oranda boş durumda. Eğer bir tahminde bulunmak gerekirse, bu boşalma ve boşaltılma oranının yüzde doksan civarında olduğu söyleyebilir.


    Köye gidişimizin dördüncü sabahı, Pülümür üzeri Ovacık’a doğru yola çıktık. Erzincan-Erzurum yolunun Tunceli ayrımı olan Pırdê Mıti (Mutu) köprüsünün hemen bitiminde kimlik tespitinden sonra Pülümür’e doğru tırmanıyoruz. Pülümür-Mutu arası yolun, Mutu-Cankurtaran arası bölümü, yıllardır yapım halinde ve dolayısıyla asfalt değil. Aşırı tozlu, taşlı, kısacası berbat.
    Pülümür-Mutu arasındaki köyler, diğer köylere nazaran nispeten daha bakımlı. Özellikle Dağyolu eski adıyla Şeteri (Seteriye), uzaktan bakıldığında yeni onarılmış şirin bir kasaba görünümünde. Zaten eskiden de nahiye merkezi idi. Karakol’un yeri değiştirilerek daha yukarıya -(Cankurtaran olarak adlandırılan)- bölgeye hakim olan tepeye taşınmış. Bu noktadan sonra düzeltilmiş asfaltlı yol başlarken, Pülümür de uzaktan görünmeye başlıyor.


    Bir kaç poz resim çektikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Daha sonra da ziyaret ettiğimiz gibi Pülümür henüz depremin yaralarını saramamış. Binalar yapım halinde ve henüz bitirilememiş. Eski kaymakamlık binası kullanılamamakda, resmi işler barakalarda görülmektedir. Pülümür’ü geçtikten hemen sonra, iki dağın arasına sıkışmış olan dar Xarçık (Harçik) vadisi başlamaktadır. Bir taraftan yolun ve Harçik çayının her iki tarafında yükselen dik kayaları süzerken, öte yandan gözlerim Pırdê Xanıme (Hanım) köprüsünü aramaktadır. Ancak, derinleşmiş bir uçurumun dibindeki tarihi köprüyü göremeden, eskiden yatılı bölge okulu olan ve 1980’den beridir askeri kışla-karakol olarak kullanılan, Deste (Deşt/Balpayam) yol ayrımındaki Rabat (Turnadere) mıntıkasına varıyoruz. Eski nahiye merkezi olan Pırdo Sur (Kırmızıköprü) kasabasının Salördek’deki Milli Eğitime bağlı okul binası da kışla halinde.


    Kırmızıköprü’yü geçer geçmez, dağdan inen ve yolumuzu kesen bir sürü ile karşılaşıyoruz. Pülümür bölgesindeki yaylalara çıkmış olan göçerler dönüş yolundalar. Yaklaşıp soruyoruz. Pertek’e gideceklerini belirtiyorlar. Sonra Xilvês (Hilbes) mıntıkasındaki ‘ağlayan kayalar’a rastlıyoruz.. İnce ince süzülen sularla kayalar, bir sanat eserini andırıyor. Bir yanda, doruklarına ulaşılması imkansız gibi görünen yalçın kayaların eteklerinde derin yarıklar ve mağaralar gözükürken, diğer yanda ormandaki ağaçlar birer renk cümbüşü oluşturarak adeta göz kırpmaktadırlar. Derken, erişilmez dediğimiz bu sivri kayalardan birinin doruğunda, bir bina gözüküyor. Kartal yuvası benzetmesi, ‘cuk’ oturuyor.


    Niyetimiz, Düzgün Baba’ya da uğramaktı. Ancak, yolda vakit kaybetmemiz ve Nazımiye yolunun taze dökülmüş asfaltlama çalışması, bu planımızı değiştirdi. Biz de, Pülümür’den başlayan Xarçık (Pülümür) çayı boyunca, bol bol mola vererek resim çeke çeke ilerledik. Harçik vadisi boyunca gördüğümüz manzara, cezbediciydi. Hani derler ya, tam da ‘doğa harikası’ bir vadi. Yol, çok yakın mesafe ara ile çaya paralel olarak şehir merkezine varmaktadır. Çok kötü olduğu seylenemez. Avrupa’nın bir çok ülkesindeki dağ yolları ile benzer özellikler taşır. Ancak, bazı geçitler ve virajlar oldukça çetin ve tehlikelidir. Bir kaç yüz metre arayla çığ tünelleri var. Kışın, çoğu zaman bu yol kapalıdır.


    Yol güzergahında rastladığımız binaların çoğu yıkılmış ya da tahrip edilmiş. Bunlardan biri de Zağge’deki (Sarıtaş) meşhur konaklama yeri idi. Tahrip edilmiş olmasına rağmen sağlam kolonları dim dik ayakta ve adeta direniyorlar. En çok merak ettiğim yerlerden biri de meşhur Kutuderesi’ydi. Bölgeden geçmişken, Kutudere’yi görememek, unutulması imkansız bir şey olacaktı. Dört gözümüz, bir işaret veya bir canlı aramaktadır. Derken, kuytuluk bir noktada, ağaç dallarının büyük oranda kapattığı küçük bir tabela gözümüze ilişiyor. Kutudere yazısını okurken sevinçten bağırıyorum. Hemen arabamızı durdurup bir kaç poz çekiyoruz. Ancak, derenin bulunduğu noktada vadi, o kadar dar ve dik yamaçlı ki, doğru dürüst bir poz yakalayamıyoruz. Hayıflanarak arabamıza binerken, yolun alt tarafında, daha sonra dinlenme tesisi olduğunu öğrendiğim bir restauranta gözümüz takılıyor. Henüz bir kaç yüz metre yol almışken, yürüyen orta yaşlı birine rastlıyoruz. Merhabalaştıktan sonra, Zazaca ve biraz da tatmin olmamış bir edeyla Kutudere’nin tam olarak neresi olduğunu soruyoruz. Adam gülerek bize, haa ‘Derê Roji’ diyor. ‘Ma cı ra Derêroji’ vame. (‘Roj deresi’ mi, biz ona Roj deresi’ diyoruz). Böylece, Kutudere (Derê Qutiye) olarak bildiğimiz yerin, aslında Türkçe karşılığının ‘Güneş deresi’olması gereken ve yerel dil olan Zazaca’da ‘Derêroji’ olduğunu da öğrenmiş olduk.


    Yer isimlerinin değiştirilmiş olması, gezi boyunuca en büyük güçlüklerden biri olarak karşımıza çıktı diyebilirim. Bölge insanının duya duya ezberlemiş olduğu tarihi yer isimleri, çoğu uydurulmuş olan yeni isimlerle değiştirilmiştir. Dolayısıyla nerede olduğunuzu, nereye doğru gitmek zorunda olduğunuzu çoğu zaman bilemiyebilirsiniz. Bu, çoğu zaman yolunuzu şaşırdığınız ya da yabancı bir yerde olduğunuz hissini uyandırabilmektedir. Örneğin, yol güzergahı boyunca karşılaştığım bazı yerlerin eski ve yeni isimleri şöyledir: Eski ismi Tahsini olarak geçen, Zazacası Tasıniye/Tosıniye olarak bilinen meşhur köyün yeni ismi Gökçekonak, Rabat’ın ismi Turnadere, Murdafan (Murdıf) ismi Kangallı, Zağge’nin ismi Sarıtaş, İksor’un ismi ise Gözen’dir. (Daha sonraki günlerde Düzgün Baba’dan dönerken içinden geçtiğimiz ve ‘Çuxure’ olarak türkülere girmiş meşhur Çukurköy’ün yeni ve tuhaf ismini ise unuttum ve hala bir türlü hatırlayamadım).


    Bu yazıda geçen yer isimlerini eski, yeni ve Zazaca veya yerel biçimleriyle vermeye çalıştım. Bugüne kadar ki Türkçe yazılarımda, dilbilgisi kurallarına uyarak resmi yer isimlerini esas alıp Zazaca veya diğer yerel biçimlerini parantez içinde veriyordum. Ancak, bu yazımla beraber bu kuralı artık bırakıyorum. Tarihi veya orijinal biçimleri esas alarak bundan böyle Türkçe yeni isimleri parantez içinde yazacağım. Çünkü, aslolan tarihi ve tanınan, bilinen yerel isimlerdir. Yer isimleri ile ilgili çalışma başka bir yazının konusu olabilir diye geçiyorum. Ancak, AB sürecindeki TC, tarihi yer isimlerini değiştirerek bir tarih ve kültür katliamı gerçekleştirmektedir. Bu konu iyi işlenerek, Avrupa ve dünya kamuoyuna taşınmalı ve bunun aslında dil ve isim yasağının, asimilasyon ve kültürel imhanın sürdüğü anlamına geldiği bilince çıkarılmalıdır.


    Yolumuza devam ederek öğlene doğru şehir merkezine doğru yaklaşırken, şehrin bir dış mahallesine dönüşmüş olan Marçık’la karşılaşıyoruz. Yol üzerinde küçük bir tesis ve Harçiki gösteren plaj tabelalarını görüyoruz.Ve nihayet şehir gözüküyor. Şehir merkezinin tam karşısında, Harçik çayına hakim bir tepede Pir Sultan, adeta Mamekiye’ye hoş geldiniz diye karşılamada bulunuyor. Arabamızı hemen uygun bir yere çekip Pir Sultan heykelinin önüne dikiliyoruz. Yanı başında güzel ve bakımlı bir cemevi, çevre düzenlemesi yapılmış ve küçük sayılmayacak bir alan. Oldukça heybetli olan heykel ve harika manzara karşısında rahatlatıcı bir hava yakaladığımızı hissediyoruz. Bu tepeden, Harçik’ın Munzur’la birleştiği noktayı görüntülüyoruz. Elazığ’a ayrılan yol üzerindeki köprü, dağların eteklerine doğru yükselen şehrin dış mahalleleri, belki de en iyi bu noktadan gözlemlenebilmektedir. Bol bol resim çekerken, ruhumu hafif bir hüzün kapsamıyor değildi. Nedeni ise, Pir Sultan heykelinin yerinde, neden Seyit Rıza’nın heykeli durmuyor, diye düşüncelere dalmamdı?


    Bu düşünce daha önce de aklımdan geçmemiş değildi. Heykelin, daha yapım kararı alındığı dönemde bu soruyu kendime sormuştum. Bir çok neden sıralanabilir. Acaba bu, bir kabullenme mi idi? Pir Sultan inandığı bir dava için dar ağacına çıkmıştı. Ya Seyit Rıza? Pir Sultan her yıl çeşitli etkinliklerle anılıyor. Ya Seyit Rıza? Ama bir gün Seyit Rıza’nın, böyle bir alandan şehri ve halkı selamladığını hayal olarak değil, ama gerçekte görmek isterdim. Ve, bu düşüncelerle şehrin içine giriyoruz.


    Mamekiye! Namı değer, Dersim’den Kalan Tunceli! Kim söylemişse, hiç de fena bir tekerleme değil hani. Geçenlerde, internette Dersim, Kalan, Tunceli isimlerini kurcalarken, Munzur Vilayeti’nin oluşturulması ile ilgili kanun taslaklarına rastladım. Doğrusu, ilginç gelmedi değil. Hani derler ya ‘cuk’ diye oturan bir isim. Ama şanssızlık, bu döneme denk gelen A. Alpdoğan’ın genel valiliği mi, yoksa daha başka ‘derin’ nedenler mi? İrdelenmeye değer.


    Evet, Mamekiye! Yeni kurulan kentin merkezi olan eski bir köy. Hoş, şimdi de şehirden öte bakımsız bir kasaba görünümünde. Etrafı dağlarla çevrili, bir şehir için küçük sayılan, ova değil, engebeli büyükçe bir çukurun içine kurulmuştur. Ama ortasından geçen Munzur’un Harçik ile birleşip dönerek çizdiği kavisle oluşan manzara, şehre bambaşka bir güzellik katmaktadır. Şehrin ortasında adı ‘Palavra Meydanı’na çıkmış küçük bir alan, etrafında bir kaç oldukça yüksek bina ve dağların eteklerine doğru merdiven misali dizilmiş diğer evler. Çay bahçesine geçerek birer çay içiyoruz. Manzara oldukça güzel. Munzur’u, üzerindeki eski tahta ve yeni demir köprüyü görüntülerken, nehrin kenarında düzenlenmiş bir spor sahası gözümüze ilişiyor. Oldukça derin bir yatakta akan nehrin, karşı yakasında da yine dağın eteklerine doğru dizilmiş evler. Aşağıya doğru indikçe Turusmege (Türüşmek/Aktuluk) yazısının şehirle birleştiği şehrin öte yakası var.


    Tunceli şehir merkezine bu, ikinci gelişim. İlki, 1976’da yine bir sonbahar gününde Elazığ’dan (Elejiz) merkeze ve bir gece konakladıktan sonra ertesi gün, tek bağlantı yolu olan Harçik vadisinden Pülümür’e (Quziçan, Pulemoriye/Pulêmoriye/Pulêmuriye) ve oradan köyüme gitmiştim. Ama bugün, şehir merkezinden Ovacık’a doğru yola çıkıyoruz.

    ..............................................................................0...............................................................................


    II


    Munzur Vadisi Yoluyla Ovacık’a


    Gözeler ve Bilgês




    Tunceli kent merkezinin bakımsız ve daracık sokaklarından geçerek Ovacık’a doğru yola koyuluyoruz. Yol, hemencecik nehrin kenarına iniyor ve Ovacık’a kadar Munzur’a paralel olarak devam ediyor. Şehri bir kaç km. geride bırakmıştık ki, eski adı Deşt (Deste) olan Geyiksuyu mevkine vardık. Munzur’un, dağın etrafında dolaşarak oluşturduğu yarım ada görüntüsü, çok çekici bir manzara oluşturmaktadır. Kaçırmak niyetinde değilim. Arabayı hemen durdurup uygun pozisyon almak istiyorum. Bir iki poz çekiyorum ama bütün manzarayı yakalayamadığımın farkındayım. Yamaca doğru, ancak bir kaç metre tırmanabiliyorum. Dik bir kayanın eteğinde durup çekmeye devam ediyorum. Bir kaç poz daha çektikten sonra biçare aşağıya iniyorum. Çünkü daha yukarıya tırmanmak imkansız gibi. Ayrıca bir kaç yüz metre ötedeki karakolu da alarma geçirmek niyetinde değiliz. Çaresiz, hayıflanarak arabamıza binip devam ediyoruz. Virajı döner dönmez, bölgeye hakim bir tepenin orta yerine kurulmuş olan Geyiksuyu karakoluna varmış bulunduk.


    Geyiksuyu karakolu kontrol noktasında durduruluyor ve tespit için kimliklerimiz isteniyor. Arabamızı stop edip kimliklerimizi veriyoruz. Bir taraftan kimliklerimizdeki bilgileri kayderken, arada bize de soru soruyorlar. Nerden gelip nereye gitmek istediğimiz, hangi köyden olduğumuz gibi sorular. 5-10 dakika süren bu işlemden sonra kimliklerimiz geri veriliyor ve tekrar yola çıkıyoruz. Şüphesiz ki, bu kontroller oldukça can sıkıcı ve moral bozucu. Bir çok sorunun yaşandığı da muhakkak. Neyse ki, biz ciddi bir sorun yaşamadık, bu anlamda kendimizi şanslı sayabiliriz.


    Geyiksuyu karakalu, merkezi bir noktaya kurulmuş. Hem durdurulduğumuzda ve hem de yola çıkarken, etrafı gözlemliyoruz. Karakolun çevresindeki oldukça geniş alanın simsiyah görüntüsü ilgimizi çekiyor. Yakıldığını anlıyoruz. Adeta traş edilmiş, tek bir ağaç bile bırakılmamıştı. Çekindiğimizden görüntü alamıyoruz. Geyiksuyu, Munzur vadisinin anahtarı durumunda. Yanı başında Halvoriye (Karşılar) köyü var. Yolumuza devam ediyoruz. Yol, yer yer nehre çok yakınlaşıyor ve paralel olarak devam ediyor Ovacık’a doğru. Vadinin iki yanı, dik yamaçlarla yükselen yalçın kayalardan oluşuyor. Vadi, o kadar dar ki, aşağıdan bakınca üst noktaları görmek mümkün değil. Harçik vadisi ile aynı özelliklere sahip. Derê Laçi (Laç deresi), Laçinu (Laçin) mıntıkası bu bölgede. Derken eski adı Girmil olan Aşağıtorunoba’ya varıyoruz. Bir askeri birlik ve kontrol noktası da burada var. Yine aynı işlemler ve yine devam ediyoruz.


    Aşağıtorunoba’dan bir kaç km. sonra eski adı Çakperi (Çexperiye) olan Güneykonak köyü geliyor. Yol ile nehir arasındaki alana bir dinlenme tesisi kurulmuş. Aşağıtorunoba ve Güneykonak da daha bir kaç ev var. Mercan çayı bu mıntıkada Munzur’a karışıyor. Munzur üzerinde yapılmak istenen barajlardan birinin bu mıntıkayı da kapsayacağı söyleniyor. Munzur vadisi, tıpkı Harçik vadisi gibi baraj yapımı için çok uygun. Vadilerin etrafı çok yeksek olan sarp kayalarla adeta duvar gibi örülmüş doğal set görevi görüyor. Her halde suların yetmeyeceği tahmin ediliyor olacak ki baraj alanları nispeten küçük tutulmuş. Ama yine de vadi sular altında kaldığında, Tunceli-Ovacık bağlantısı kesilmiş olacak. Pülümür’den Harçik vadisi boyunca Tunceli’ye ve oradan Munzur vadisinden Ovacık’a gidilirse, uçları biraz açık bir ‘U’ harfi çizilmiş olur. Eğer Harçik ve Munzur’un önü Tunceli’de kesilirse sadece Tunceli değil, Ovacık tamamen ve sanırım Pülümür’de kısmen sular altında kalır.


    Öğlenden sonra Ovacık’a varıyoruz. Küçük bir kasaba. Fakir ve bakımsız. Munzur nehrinin kenarına, ovanın orta yerine kurulmuş, gerçekte ovacık bir yer. Munzur Baba gözelerine doğru devam ediyoruz. Önce, eski adı Kedek (Çedage) olan Ovacık’ın en kalabalık köylerinden biri olan Koyungölü, sonra Adaköy ve eski nahiye merkezi olan Zeranige (Zeranik/Yeşilyazı) geliyor. Ade (Adaköy) ile Zeranige (Yeşilyazı) arasındaki düzlükte, yolun nehre yaklaştığı bir noktada durup resim çekiyoruz. Aşağıdan Bilgês’e doğru uzanan genişçe bir alan ormanlarla kaplı. Ovadan başlayarak dağa doğru yan yana ve yakın mesafelerle kurulmuş köyler. Sonra dağların eteklerine doğru birbirinden uzaklaşan noktalarda kurulu diğer köyler. Nihayet, hedefimiz olan noktaya, Munzur Baba Gözeleri’ne varıyoruz.


    Munzur Baba Gözeleri (Çımê Munzur Bavayi) Yeşilyazı’nın hemen bitişiği olan Jiare (Ziyaret) köyünün bitim noktasındalar. Manzara cezbedici. Küçük bir tesis dışında, gözelerin arasına dağılmış alana dizilmiş masalarda üç-dört müşteri demleniyordu. Tuhafıma gitmedi değil. Sonradan, burada bu tip eğlenmelerin olağan olduğunu öğreniyoruz. Burada bir zamanlar 40 gözenin var olduğu sanılıyormuş. Doğrusu, bunları sayamadım ama oldukça geniş bir alanda, her taraftan su fışkırıyor. Gözeler, Munzur dağlarının eteklerinin altında, vadiyle birleşilen noktadalar. Tazyikle fışkıran yerlerki su bembeyaz, aynı süt gibi. Alttan kaynayan yerlerde ise, suda bulunan minerallerden olacak, küçük küçük kabarcıklar adeta patlayıp dağılarak yayılıyor, yerini yenileri alıyor.


    Gözeler, büyük oranda doğal yapısını korumakla beraber, önemli bir çevre düzenlemesi de yapılmış. En üst gözenin, en yukarıda bulunan kaynağın kuruduğunu tespit ediyoruz. Bunun nedenini düşünürken, gözlerimiz, bir kaç metre ilerideki yeni yapılmış binaya takılıyor. Bu binanın, Munzur’un suyunu pazarlamak için kurulmuş olan Munzur A.Ş’ne ait olduğunu öğreniyoruz. Kuruyan gözenin suyunun da, bu şirketin yaptığı tesis sonucu alındığı tahmininde bulunuyoruz. Eğer bu tahmin doğruysa, şirket gözelerin doğal yapısına zarar vermeden de, suyu elde edebilir diye düşünüyorum. Bu yanı ile baktığımızda daha dikkatli davranılması ve doğal yapının korunmak zorunda olunduğu açıktır. Bu anlamda yapılmış eleştiriler doğrudur. Ancak, bazı eleştirilerin maksadı aştığı söylenebilir. Dersimliler için, Dersim’e yatırım yapılması ve iş sahasının açılması aslında teşvik edilmesi gereken bir durumdur.


    Dersim’deki inanışa göre, Munzur Baba Gözeleri kutsaldır. Munzur Baba efsanesinde, çoban Munzur’un elindeki kabı düşürerek dökülen sütün suya dönüştüğüne inanılır. Dr.Vet.M. Nuri ise, esas olarak aydınlık ve güneş tanrıçası olan ilahe Anahit’in ‘gögüslerinden fışkıran’ süt olduğuna inanır. Ben, bu inanış yorumlarından farklı olarak şuna kanaat getirdim: Bu fışkıran suda çeşitli mineraller vardır. Beyazlığın nedeni de yine bu mineraller ve tazyiktir. Tahlil edilirse, değeri anlaşılacaktır. Bu su, bir çeşit soda yani doğal maden suyudur. Avrupa Alpler’inin doğal maden suyu, bugün Avrupa piyasasının hakimidir.


    Her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret edilen Munzur Baba Gözeleri, Dersim İnancı’nın yaşayan en parlak ve en canlı örneklerinden biridir. Eskiden, aşiretler arasındaki anlaşmazlıklar, bu pınarın başında yemin edilerek barışla sonlanır, kurbanlar kesilerek kutlanırmış. Bugün de, gözelerin yan tarafında örülmüş duvarlar, yakılmış mum akıntıları ile adeta kaplanmış. Gözeler, bu doğal güzellikleri ile bölgenin en önemli dinlenme, piknik ve mesire yeridirler. Bu kutsallık, eski inançlardan kalmadir. Yüce dağlara, ulu pınarlara (su kaynaklarına) veya temsili olarak ağaç, kaya, vb. tapmanın bir ifadesidir. Yaklaşık iki saat kaldığımız gözelerden, meşhur alabalığı tatmadan ayrılsaydık, gözümüz arkada kalabilirdi. Fiyatları, boğazdan hiç de aşağı olmayan alabalıklarımızı yedikten sonra yola çıkıyoruz.


    Rehberimiz, İstanbul’dan beri beraber yolculuğa çıktığımız sevgili Haydar Ovacıklı, Zeranik’deki köprünün yapımı devam ettiğinden bizi köy içine yönlendiriyor. Ancak, tahmin ettiğimizden daha derin bir arka (su kanalına) saplanıyoruz. Neyse ki, orada olan bir arkadaşın da yardımıyla çıkıp yolumuza devam ediyoruz. Köyün daracık sokaklarından geçerek Bilgês Baba dağına doğru tırmanıyoruz. Köylerin kuruluşunda, evlerin yapılışında hiç bir planlamanın olmadığı açıkça görülüyor.


    Ovacık’ta bu kadar köyün yanyana, birbirine yakın olduğu tek bölge, sanıyorum, Yeşilyazı ve çevresidir. Daha önce ova kesiminde yer alan köylerden bahs etmiştim. Çevreye doğru açıldıkça yeni adı Karayonca olan Pardiye (Pardi), Qızıxe (Kızık), Burnağe (Burnak), Topuze (Topuzlu), Viyalıke (Sögütlü), Bırdu (Çalbaşı), Merxu (Cevizlidere), Çêrpazine (Arslandoğmuş), Tetu (Tatuşağı) ve daha yukarılarda, dağların eteklerinde, ormanların içlerinde Dewa Pile (Büyükköy), Hulku (Hüllükuşağı), Xanu (Hanuşağı), Semku (Kuşluca) ve nihayet Bilgês Dağı’nın eteklerinde Bilgês (Bilgeç) köyü ve diğerleri. Güneş batmadan, konaklayacağımız eve varıyoruz. Ertesi gün, Heyder ve Hemed ile birlikte Veroz’a çıkıyoruz.


    Veroz, Ovacık ve çevresini görmek ve gözetlemek için en iyi noktadaki yüksekçe bir tepedir. Veroz’un ve ovanın kuzey cephesinde Munzur sıra dağları, batıda Xağaçur (Hağaçur) vadisinden, doğuda Mercan dağlarına dek uzanır. Dağların dorukları çıplak ve yer yer yıl boyunca karlarla kaplıdır. Eteklerinde tek tük ağaçlar olsa da esas olarak kayalıklardan oluşmuşlardır. Dağ silsilesi, zincir misali eklemlenenerek uzar ve doğuda Mercan dağları ile birleşir. Bu dağların belli noktalarında çok engebeli, dar ve çetin geçitler var. En batıda Xağaçur boğazından Sivas’a, kuzeyde Jiare (Ziyaret) geçidinden Kemah’a, Nêrdigan (Merdiven), Ağwa Gêre (Ger suyu) ve Mırcan (Mercan) boğazından Erzincan’a ve doğuda Gaxnut (Mahmunut) boğazından Pülümür’e ulaşılır. Munzur sıra dağları, aynı zamanda Tunceli-Erzincan il sınırını oluşturmaktadır. Ovacık ile Munzur dağlarının birleştiği çizgide bir kaç köy daha var. Bunlar, eski adı Tanzi (Thanziye) olan Köseler ve yine eski adı Kodi (Kodiye) olan Paşadüzü ile eski adını ve Zazacasını öğrenemediğim Gözeler adlı köylerdir. (Gözeler adlı bu köy, Munzur Baba Gözeleri ile karıştırılmamalı. Zira, Munzur Baba Gözeleri’nin bulunduğu köyün adı, Zazacası Jiare olan Ziyaret köyüdür).


    Veroz, Ovacık’ın güney-batısına düşer. Güney-doğuda Semku (Kuşluca) tepelerinin doruğunda Kemerê Dulbegi (Dulbey kayalığı), güneyde Sıvıske ve Bilgês dağı ile yaylası, güneybatıya doğru Hulku (Hüllükuşağı), Koye Mori/Mari (Yılan dağı) ve arada kalan Kırklar ya da Ağbaba dağı Hağaçur vadisi ile birleşir. Böylece Ovacık ve ovası, her tarafı elips biçiminde sıra dağlar ile çerçevelenmiştir, diyebiliriz. Kuzeydeki Munzur dağlarına nispet yaparcasına, güney yakası yani Bilgês ve etekleri baştan başa ormanlarla kaplıdır. Evet, Veroz’dan bakınca sadece yukarıda adlarını saydığım, Ovacık’ın çevresini saran yerler değil, aynı zamanda bu çemberin içi de çok iyi görünmektedir.


    Ovacık ovası, en batı ucunda Xağaçur (Hağaçur) vadisi, Xağaçur (Yenikonak) ve Ercixpar (Eğripınar) köylerinden başlar, yaklaşık 25-30 km uzayarak doğuda Mercan vadisi ile birleşir. Kuzeyde, Muzır dağlarının eteklerinden, güneyde Bilgês eteklerine kadar genişlemesine yer yer, 10-15 km.dir. Ova kesimindeki verimli topraklarda köyler kurulmuştur. Ama büyük bölümü, çeşitli bitkiler yetişse de, esas olarak kıraç olup genellikle kum ve çakıllıdır. Buranın eskiden göl olduğu ve suların çekilmesiyle bu günkü ovanın oluştuğu sanılmaktadır. Ovanın, kuzeybatısında Jiare (Ziyaret) köyünün bulunduğu mıntıkanın, Munzur dağları etekleriyle birleştiği bir noktadaki gözelerden fışkıran su, çıkar çıkmaz birkaç metre sonra bir ırmağa dönüşür. Kuzeybatıdan doğuya doğru akarak Jiare, Zeranıge, Ade ve Çedage köylerinden geçen Muzır nehri, Pulur’a (Ovacık) teget çizerek bütün ovayı baştan başa geçtikten sonra, Çexperiye (Güneykonak) köyünden birkaç km. sonra, güneye dönerek Mırcan (Mercan) ve Xağaçur (Hağaçur) çaylarını da alarak Muzır (Munzur) vadisi boyunca, Mamekiye’ye doğru akar, gider.


    Eylül ayında hala yaz mevsiminden bir gün yaşıyoruz. Çekebildiğimiz kadar bol bol resim çekiyoruz. Lakin, yolumuz epeyce uzak. Tırmandığımız gibi yavaş yavaş aşağıya doğru iniyoruz. Niyetim, ertesi gün geri dönmekti. Fakat, ev sahibi amcamız, sögüş (sogıs) yedirmeden, bırakmayacağını söylüyor. Öğlen yemeğinde, sögüş olarak kesilen tokluyu (kavır) yiyoruz. Önceki gün Veroz’a tırmanışımız, yorgunluk yarattığından Bilgês’e tırmanmayı göze alamıyoruz. Sevgili dostum Heyder, hafif bir yürüyüş olmasını düşündüğünden Hulku (Hüllükuşağı) bölgesini öneriyor. Ben ise, gitmişken Bilgês’e çıkalım diyorum ve yola koyuluyoruz. Ancak, yolu yarı ettiğimizde, havanın kararmaya başladığını görüyoruz. Rotamızı değiştirerek Bilgês dağı yerine Bilgês yaylasına yöneliyoruz.


    Bilgês yaylası, Bilgês dağı ile Kemerê Dulbegi, Kertê Dara Huske ve Semku (Kuşluca) tepesi arasında kalan genişçe bir alana tekabül etmektedir. Yaylanın batı kesiminde çıplak Sıvıske tepesi ve Bilgês dağı, güneyde Toxmak Baba dağı ile Hozat’a doğru uzar. Doğuda ise, Semku (Kuşluca) mıntıkası ile çevrilidir.
    Bölgeye hakim bir noktada, Kuşluca karakolu kurulmuştur. Bilgês’in batı noktasında ise, yine hakim bir noktada Xanu (Hanuşağı) ve Hulku (Hüllükuşağı) köylerinin üstünde bir karakol olduğu uzaktan görülmektedir.


    Yaylanın çevresinde yer yer orman ve çeşitli ağaç türleri vadır. Yaylanın iç kesimi diyebileceğimiz alan ise çeşit çeşit otlarla kaplıdır. Sonbahar olmasına rağmen, hala hayvanları doyurabilecek kadar çeşitli otlar vardı. Bir kaç yerde su kaynakları (çımê ağwe) var. Bu kaynakların aktığı bazı noktalarda bir söğüt türü (dalık) olan ağaççıklar, bodur ormanları meydana getirmiştir. Yaylanın güney noktasında bir gölcük mevcuttur. Kurak bir yaz yaşanmış olmasına rağmen henüz tümüyle kurumamıştı. Bilgês mıntıkasının en güney noktadasında Bilgês köyü ve Toxmax Bava (Tokmak Baba) dağı yer almaktadır. Bilgês köyü, bölgenin en üst noktalarında yer alan bir dağ köyüdür ve 1994’deki köy boşaltmaları sırasında tamamen yakılıp yıkıldığını, tahrip edildiğini öğreniyoruz.
    Evlerin yıkıntıları hala yerinde duruyor. Köylülere, henüz geriye dönüş yani kalıcı yerleşme izni verilmemiş, sadece yazın yaylaya, geçici çıkma izni verilmiştir.

    ..............................................................................0...............................................................................


    III


    OVACIK’TAN PÜLÜMÜR’E DÖNÜŞ


    Ertesi gün dönmek üzere, konağımıza yöneliyoruz. Dönüşü anlatmaya geçmeden önce burada gördüklerim yanında duyduklarımı da aktarmak istiyorum.


    Bölgede genel durum nasıl?


    Ovacık köyleri, 1994 yılındaki köy yakma ve köy boşaltma harekatı döneminde en büyük zararı gören bölgelerin başında gelmektedir. Köyler, bugün büyük oranda boşalmış durumda. Özellikle dağ köyleri ya tümüyle boş ya da örneğin Bilgês ve çevresinde olduğu gibi sadece yaz döneminde çıkılmasına müsaade edilmektedir. Köylerde yaşayanların büyük çoğunluğunu yaşlı insanlar oluşturmaktadır. Bunların çoğunluğu da artık ‘mevsimlik köylüler’dir. Yani bu yaşlı insanlar, sonbaharda şehirlere, kendi yakın akrabalarının yanına gidip ilk baharda yeniden köylerine dönmektedirler. Ayrıca bu durumda olanlar sadece yaşlı insanlar da değil. Bu durumda devamlı olarak kalanlar, çok küçük bir orana tekabül etmektedirler. İşte burada sorun şudur: Bu durum daha ne kadar devam edecek?


    Köyler genel olarak fakir ve bakımsız. Ova köylerinin bazılarında, özellikle yurtdışında yaşayanlar konaklar yapmışlarsa da bunlar küçük bir orana tekabül etmektedir. Bütün köylerde elektrik mevcut olmakla beraber akım düzensiz, tesisatlar da çok basit, daha doğrusu ilkel. Köy yollarının hemen tümü toprak zemin olup oldukça bakımsızdırlar. İçme suyu, köy çeşmelerinden temin edilmekle beraber, evlerde tesisat sistemi ya yoktur ya da su bolluğuna rağmen işlememektedir. Mutfak, tuvalet ve banyolar ya yoktur ya da olanlar da bu yüzden işlememektedir. Bütün bunlara rağmen bu durum 70’li yıllarla karşılaştırıldığında değişim hemen fark edilmektedir.


    Burada sorun şudur: Evlerin ve de köylerin yeniden ama çağdaş bir yaklaşımla yenilenmesi gerekiyor. Bunu devletten beklemek abes olacaktır. Her ne kadar ‘geriye dönüş’ konsepti çerçevesinde devletten bazı beklentiler varsa da, bu ya gerçekleşmeyecek ya da aldatmadan öteye geçmeyecektir. Tabii ki, bunun mücadelesi yapılmalı. 2005’in ilk yarısında sona erecek olan yasadan yararlanmak üzere, zarar görenlerin müracaat etmesi şart. Bu, ihmal de edilmemelidir. Benim vurgulamak istediğim nokta ise daha farklı: Bütün Dersimliler, kendi köylerine sahip çıkmalıdır diye çağrıda bulunuyorum. Hali vakti yerinde olanların, özellikle dışarıda yaşayanların atacağı adımlar bu konuda örnek ve teşvik edici olacaktır. Çok yaygın olmasa da bazı Pülümür köylerinde bu yönde atılmış adımlar oldukça sevindiricidir.


    Köylülerin yaşam standartları oldukça düşük. Geçim kaynakları nelerdir, diye merak edilebilir. Tarım çok azdır. Tarlaların çoğu ekilmemektedir. Sebze ve meyve de oldukça yetersizdir. Pazara yönelik değildir. Hayvancılık da üç-beş sığır veya bir kaç koyun ve keçiden ibarettir. Buna rağmen, et fiyatları yüksek ama canlı hayvan fiyatları oldukça düşük. Bu durum yağ, süt, peynir gibi hayvansal ürünler ile fasulye, nohut, meyve ve sebzeler ile bal için de geçerlidir. Daha doğrusu, köylünün ürünleri pazara yönelik olarak değerlendirilememektedir. Bu sorunun çözümü de, yine köylünün kendisine kalmaktadır. Bunun yolunun bulunması gerekir. Denebilir ki, köylülerin çoğu atıl durumdadır. Bir kısmı emeklidir, bir kısmı şehirlerde çalışan mevsimlik işçidir, bir kısmı da yakınlarının gönderdiklerini takviye edip yaşamaya çalışmaktadırlar.


    Gelecek kaygısı ve can güvenliği


    İstisnasız bütün köylülerde gelecek kaygısı var. Hiç kimse geleceğinden emin değil. Bunun bir kaç nedeni var ama can güvenliği kaygısı her şeyin başında gelmektedir. Çatışmalar, operasyonlar, arama ve taramalar insanlarda huzur bırakmamaktadır. Bir önceki yıla göre bu tedirginlik oldukça belirgin. 20 eylül sabahı Bilgês’de uyandığımızda helikopterler fır dönüyordu. Bunun hayra alamet olmadığı çok geçmeden anlaşılacaktı. Gerçekleştirilen askeri harekat neticesinde yangın ‘çıkmış’ ve Bilgês ormanları yanıyordu. Bilgês bölgesindeki bu eşsiz ormanların kesilmesi yetmemiş olacak ki, bu sefer de yakılıyordu.


    Burada yeri gelmişken belirtmeliyim ki, Dersim’in çeşitli bölgelerinde bizzat devlet denetiminde ormanlar kesilmektedir. Bir doğa katliamına dönüşen bu kesim bölgelerinden biri de, tarafımdan görüntülendiği gibi Bilgês ormanlarıydı. İşin tuhaf yanı, erozyonla mücadele kampanyası yürüten TEMA Vakfı ve sayın yöneticilerinin, Dersim’de yok edilen bu ormanlar konusunda sessiz kalmalarıdır. Sormak istiyorum, acaba Dersim’de bir taraftan yakılan, öte yandan devlet izniyle kesilen bu ormanlar bizim değil midir?


    Operasyon ve askeri harekatlara bahane oluşturan başlıca neden, bölgede varlığı iddia edilen yasadışı örgüt elemanlarının yapmış oldukları silahlı eylemlerdir. Bu konuda durum nedir? Dersim’de gerçekte yasadışı örgütler silahlı eylem yapmakta mıdır? Evet, ne yazık ki bu tip eylemler olmaktadır. Ama bunlar, sadece Dersim’de değil, Türkiye’nin her yerinde olmaktadır. Bu eylemler oluyor diye, Dersimliler’in suçu ne? Neden, Dersi halkı bu eylemlerden sorumlu tutuluyor? Neden Dersim halkı, başka şehirlerde uygulanan muameleye tabi tutulmuyor? Bu soruları çoğaltmak istemiyorum. Ama Dersim halkının hak etmediği, haksız bir muameleye tabi tutulduğu bir var sayım değil, kesin bir olgudur.


    Dersim’de, Dersim köylerinde ne tip eylemler oluyor? Bu yasadışı örgütler kim ve ne yapmak istiyorlar? Bu ‘yasadışı’ terimini kullanmak bile insana hicap veriyor. Ama ne yazık ki, olgu bu. Bugün dünyada genel kabul gören bir mücadele biçimi var. Barışçıl, demokratik ve yasal bir mücadele. Yasadışı örgütlenme ve şiddete dayanan mücadele artık günün mücadele biçimi değil.
    En azından bu durum Dersim halkı için çok açık. Dersim halkı barışçıl ve demokratik mücadeleden yanadır. Şiddete karşıdır ve şiddeti savunanları memleketinde istememektedir. Dersimli aydın ve yurtseverler çeşitli vesilelerle bu düşüncelerini kamu oyuna açıkladılar. Ama hiç kimse Dersim halkından, eline silah alarak, Kürt korucuların oynadığı rolü üstlenmesini beklememelidir.


    Gerek şiddeti savunan sol örgütlerin ve gerekse PKK’nın Dersim’deki varlığı, Dersim’in ve Dersimlilerin yararına değil, zararınadır. Bunun nedeni bu örgütlerin, benimsedikleri mücadele biçiminden kaynaklanmaktadır. Devlet, bu örgütleri ve onların eylemlerini bahane olarak kullanıyor ve Dersimlilere, Dersim’in köylelerine baskı uyguluyor. Bu bakımdan, Dersim’in insansızlaştırılmasında sadece devlet suçlu değildir. Devletin eline bu kozu verenler de, hatalıdır. Hatalıdır demek hafif kalmaktadır aslında, suç ortaklarıdır demek daha doğru olabilir. Ayrıca ‘cezalandırma’ adı altında yapılan eylemler vardı. Geçmiş dönemde buna zemin olmuş bazı nedenler olabilir. Ama gelinen aşamada bu, bir nevi ‘kan davasına’ dönüşmüş ilkel bir mantığı yansıtmaktadır. Aslında her şey halka rağmen olmaktadır. Kimsenin halka bir şey sorduğu yok. Halk bunlardan uzak durmak istiyor. Tabii, bunu başarabilirse. Çünkü, seyrek de olsa hala ‘yatakçılık’ yapan ya da yaptırılan bazı unsurlar da var.


    20 eylül 2004 sabahı, Bilgês üzerinde uçan helikopter sesleri ile uyanıyoruz. Bunun hayra alamet olmadığı, daha sonra yanan ormanlardan anlaşılıyordu. Saat on civarında Bilgês eteklerinden ayrılıyoruz. İstanbul’dan izine gelmiş olan sevgili Hemed, Mercanlar’ı görmeden gitme diyor. Bölgedeki taliplerini görmeye gelmiş olan Derviş Cemallı (Dewres Cemalız) rehberi (Rayver) Ovacık’a bıraktıktan sonra, Hemed ile beraber Mercan vadisine doğru yola çıkıyoruz. Yarım saat kadar sürdükten sonra, Mercan eteklerine varıyoruz.
    Toprak yolun sonunda Mercan eteklerine kurulmuş bir karakol, aşağı tarafında bir şantiye ile uzun ve kalın boruların uzandığı termo elektrik santralı bulunuyor.


    Termo-elektrik santralının yapımı için büyük bir hafriyat çalışması yapılmış. Doğa büyük oranda tahrip edilmiştir. Dere yatağından çevrilen su, borularla uzun bir mesafe taşındıktan sonra santral denilen noktaya varıyor. Bu santralin, bölge için büyük bir tehlike olduğu ve daha fazla zararlar vereceği kesin!


    Bulunduğumuz noktadan, geniş bir alanı gözlemlemek mümkün. Mercanlar, Munzur dağlarının doğu sınırını ve en yüksek zirvelerini oluşturuyor. Vadiler, oldukça derin ve geçit noktaları zor ve engebeli. Bu vadilerden kuzeye doğru Erzincan’a, doğuya doğru Pülümür’e ulaşmak mümkün. Meşhur Gaxnut (Mahmunut) boğazı bu mıntıkadadır. Vadi içinde, birbirinden oldukça uzak mezralardaki evler hala ayakta. Ancak, daha sonra bölgenin tamamen boş ve insansızlaştırılmış olduğunu öğreniyoruz.


    Karakol, dağın yamacına yapılmış. Elverişli bir sahada kurulduğu söylenemez. Bizim resim çekip bölgeyi incelediğimizi fark edince, askerlerde bir hareketlenme ve telaş başladı. Yavaş yavaş onlar, bize doğru aşağıya inerken, arabamıza atlayıp arkamıza bakmadan gazlıyoruz. Buraya gelmekle, hata ettiğimizi anlıyoruz. Bari bir kazaya kurban gitmeden uzaklaşalım diyoruz.
    Dönüşümüzde, giderken Munzur’un doruklarından aşağıya inmekte olduklarını gördüğümüz sürülerle, ovada karşılaşıyoruz. Binlerce koyun, yazlıklardan kışlığa doğru yol alıyorlardı.


    Hemed ile Ovacık içinde ayrılırken, bekleyerek yolumuzu gözetlemiş olan Rayver yaklaşıyor ve Mamekiye’ye gitmek istediğini söylüyor. Munzur vadisinin güzelliklerini ardımızda bırakarak merkeze ulaşıyoruz. Rayver ile vedalaşıp şehirde biraz dolaşıyorum. Garajdaki bir dükkandan bir kaç tane CD alıyorum. Satıcı, çok güzel ‘Yeni Tunceli Belgeseli’ olduğunu söylüyor. Daha önceki belgeselin hiç de güzel olmadığını, istemediğimi belirtiyorum. Israr edince bir tane alıyorum. Ancak, kopya olduğu için her DVD’nin göstermediğini çok sonra anlıyorum.


    Şehri tam olarak görebilmek için, çevresindeki dağlardan birine çıkmak gerekiyor. Bunun olanaklarını araştırıyorum ama nafile. Kimse benimle beraber, şehrin yüksek noktalarından birine çıkmayı göze alamıyor. Yardım istediğim kişiler, bunun çok rizikolu olduğunu belirtiyorlar. Çaresiz vazgeçip şehri bellli noktalardan gözetlemekle yetiniyorum. Asker, polis ve sivil giyimli timler şehrin içinde kaynıyor. Sayısını bilemem ama aileleri ile birlikte bunların halktan daha fazla olduklarını tahmin etmek mümkün. Böyle bir ortamda yaşamanın güçlükleri kolayca tahmin edilebilir.


    Mamekiye’den Pülümür’e doğru yola çıkıyorum. Şehrin çıkışındaki Pir Sultan heykeli önünde durup manzarayı son kez gözetliyorum. Bir kaç poz resim daha çekerken, Cemevi’nin önünde bekliyen yaşlıca bir amca bana doğru yaklaşıp selamlaşmadan sonra nereye gideceğimi soruyor. Zazaca, Derê Balavanu (Balaban Deresine) diyorum. Sevinerek, kendisinin de o yöne gitmek istediğini söylüyor. Benimle gelebilirsin, diyorum ama tek şartla. Vadi boyunca belirli noktalarda durup resimler çekeceğimi yani oyalanarak gideceğimi belirtiyorum. Yeterince vaktim var, diyor ve beraber yola çıkıyoruz. Yolda sohbet ederek tanışıyor ve akraba çıkıyoruz. Xarçık (Harçik/Pülümür) çayı boyunca güzel bir yolculuktan sonra Pülümür’e ve oradan Pırdê Mıti (Mutu köprüsü) noktasında Balaban deresine varıyor ve vedalaşarak ayrılıyoruz.


    Bölgede bir kaç gün daha kalıyorum. Bu arada Mama-Xatune/Têrcan (Mama Hatun/Tercan) bölgesini ve köylerini de gezdim. Daha sonraki günlerde Pülümür, Kilse (Nazımiye) ve Düzgün Baba’yı (Duzgın Bava) ziyaret ettim. Dönüşü, Xarçık vadisi ve Mamekiye, (Elejiz) Elazığ-Malatya üzerinden gerçekleştirdim. Aslında bu güzergah üzerine de anlatılacak çok şey var. Mesela, Mamekiye’den hemen sonra başlıyan Turusmege (Türüşmek/Aktuluk) yazısı, Munzur, Peri nehirlerinin Keban barajı ile ilgili maceraları, vadi boyunca kurulu olan köy ve kasabaların oluşturduğu manzara görülmeye değer. Ama yazı oldukça uzadı. Bu yüzden burada noktalıyorum. Düzgün Baba ilgili yazacaklarımı ayrı bir makalede ele almaya çalışacağım.


    16 Mayıs 2005


    M. Tornêğeyali


    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23756.htm


    http://www.f28.parsimony.net/forum68410/messages/60.htm



    Mit folgendem Code, können Sie den Beitrag ganz bequem auf ihrer Homepage verlinken



    Weitere Beiträge aus dem Forum DERSİM-ZAZA ARŞİVİ

    Koê Milpeti_Milpet Dagi - gepostet von dersim am Sonntag 23.09.2007
    Mehmet Bayrak ile Söylesi - gepostet von dersim am Dienstag 31.07.2007



    Ähnliche Beiträge wie "DERSIM COGRAFYASI"

    Meleklerin Dersim dansı - dersim (Sonntag 20.01.2008)
    EUROPA II. DERSIM KULTURFESTIVAL - dersim (Sonntag 27.05.2007)
    DERSIM DE KIZILBAS KÜRTLER_Peter J. Bumke - dersim (Mittwoch 04.07.2007)
    DERSIM INANCINDA HIZIR ve HIZIR ORUCU_M. Tornêğeyali - dersim (Freitag 15.12.2006)
    Grup Deyis - Dersim Icin / Hemi Gardas - miraz (Mittwoch 08.11.2006)
    DERSİM DİRENİŞLERİ_M. Tornêğeyali - dersim (Freitag 15.12.2006)
    DERSIM INANCI - dersim (Dienstag 05.12.2006)