Mehmet Bayrak ile Söylesi

DERSİM-ZAZA ARŞİVİ
Verfügbare Informationen zu "Mehmet Bayrak ile Söylesi"

  • Qualität des Beitrags: 0 Sterne
  • Beteiligte Poster: dersim
  • Forum: DERSİM-ZAZA ARŞİVİ
  • Forenbeschreibung: Dersim-Zaza Platformu
  • aus dem Unterforum: ALEVİLİK ÜZERİNE YAZILAR
  • Antworten: 1
  • Forum gestartet am: Dienstag 05.12.2006
  • Sprache: türkisch
  • Link zum Originaltopic: Mehmet Bayrak ile Söylesi
  • Letzte Antwort: vor 16 Jahren, 8 Monaten, 17 Tagen, 1 Stunde, 21 Minuten
  • Alle Beiträge und Antworten zu "Mehmet Bayrak ile Söylesi"

    Re: Mehmet Bayrak ile Söylesi

    dersim -

    Mehmet Bayrak ile Söylesi
    Mehmet Bayrak ile Söylesi - 1


    [ Alevi Forumu ]


    Makale yazarı: Barlas - Ümit Tarih, gün ve saat : 19. Ekim 2005 22:20:45:

    Aleviliğin nereden gelip nereye gittiği, ne olduğu ve ne olmadığı tartışmaları, sıcaklığını hậlậ muhafaza ediyor. Tartışmalara ilişkin, tabiri caiz ise, “her kafadan bir ses çıkıyor” denebilir. Biz bu söyleşi ile, araştıran; bilgilere, belgelere ve bulgulara dayalı olarak düşünen kafalardan birinin sesini duyurmak istedik.
    Niye Mehmet BAYRAK diye sorulabilir. Hollandalı bilimadamı Martin van Bruniessen’in tamamen katıldığımız şu sözleri bu soruya yanıt oluşturuyor: “Son yirmi senede Kürt yayın ve araştırma hayatında Mehmet Bayrak’ın çok önemli bir yeri var. Yayınladığı dergi ve kitaplarla, topladığı ve yaptığı araştırmalarla ölümsüz bir mekan kazanmıştır.”
    BAYRAK’ın Alevilik ve Kürtler ile Ortaçağdan Modern Çağa Alevilik adlı çalışmalarına bir göz atmak bile, hem Bruniessen’in tespitinin hem de bizim tercihimizin sebeplerinin anlaşılmasını sağlayacaktır kanısındayız.
    Bu söyleşinin tartışmalara bir katkı sunması umuduyla...

    Barlas BEYAZTAŞ – Ümit KAYA

    Bir Doğal Din :
    ALEVİLİK

    Alevilerin kamusal alanda tanınmaya başlamaları bir yandan yeni olanaklar sağlarken diğer yandan da cemaat içindeki farklılıkları ve bölünmüşlükleri de gözler önüne serdi. Bu, dine ve inanca bakışa da yansıyor. Bir kesim, daha çok yaşlı kuşaklar, “Alevilik İslamdır” hatta “hakiki Müslüman biziz” diyor. Bir kesimse “Alevilik kendi başına bir inançtır, ama İslamdan etkilenmiştir” diyor. Başka bir grupsa “Alevilik yalnızca bir felsefe, bir yaşam biçimidir” diyor. Sizce bu tanımlardan hangisi gerçeğe daha yakın?

    Alevilik, çok uzunca zaman Türkiye’deki tabu konulardan biri olduğu için, açıkca, özgürce tartışılamıyordu. Tartışılamadığı için de gerçekten ne olup olmadığı ortaya konamıyordu.
    Benim araştırmalarım, kendi yaşamım, elde ettiğim bulgular şunu gösteriyor: Alevilik kendine özgü, ayrı bir dindir. Kuşkusuz, inanç, dini de tarikati de mezhebi de kucaklar, ama Aleviliğin bir din olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum.
    Dünya yüzünde insanların mensup olduğu iki tür din vardır. Bunlardan bir tanesi geçmişten bu yana insanoğlu ile yaşayıp gelen doğal dinler’dir, ikincisi de semavi dinler’dir. Alevilik, doğal dinler kategorisinde yer alan kendine özgü, ayrı bir inanç, ayrı bir dindir. Semavi dinler’le herhangi bir alakası yoktur.
    İnsanlarımız, din denince mutlaka semavi dinler’i anladıkları için, Aleviliğin ayrı bir din olayı olabileceğini düşünemiyorlar. Hemen “Alevinin allahı kim, peygamberi kim” diyerek ortaya çıkıyorlar. Oysa doğal dinler diye bir kategori vardır ve bunlar hậlậ yaşıyor. Alevilik de bunlardan bir tanesidir.
    Alevilik semavi dinler’den çok daha önceleri başlayan, yani geçmişi Budizm’e de, Brahmanizm’e de Manihanizm’e de, Zerdüştilik’e de, belli ölçüde Şamanizm’e de, Mazdekçilik’e de, Babekçilik’e de dayandırılabilecek bir din.
    Öte yandan komşu dinlerden de bir takım şeyler alıp bir takım şeyler vermiş. Sözgelimi Alevilik ile Hırıstiyanlık arasındaki benzerliğin onda birini Alevilik’le Müslümanlık arasında göremezsiniz. Buna rağmen İslamiyet’ten de bir takım motifler, semboller alan, kendine özgü, ayrı, bağımsız bir dindir Alevilik. Bu sembollerin alınması da doğal. En azından 1400 – 1500 yıllık bir tarihi var İslamiyet’in. Şimdi bu coğrafyada yanyana, yerine göre içiçe yaşanıyor, dolayısıyla İslamiyet’ten kimi motifler almış ve kendi içinde eritmiş. Nasıl eritmiş? Sözgelimi Alevilik’teki Ali kültü ile İslamiyet’teki Ali arasında çok büyük bir fark vardır. Alevilik yeni, kendine özgü bir Ali kültü yaratmıştır.
    12 İmam olgusu da böyledir. 12 İmam eğer Ehl-i Beyt’in soyundansa, onun çocuklarıysa bunların belki de 102 veya 1002 olması gerekirdi. Oysa Alevilik bunu 12’de bitiriyor. Bakıyorsunuz bunun Hırıstiyanlık’ta bir karşılığı var: 12 Havari. Yine Ahle Haq’larda, Yezidiler’de var bunun karşılığı. Yani 12 melek kültü’ne bağlı dinlerin bir çoğunda bu 12 sayısı egemen.
    Çok açıktır ki İslamiyetin 5 Şartı vardır. Aleviler bu 5 Şart’ın hiçbirini yerine getirmezler. Alevilerin orucu vardır mesela, ama oruçları da İslamiyetinkinden tamamen ayrıdır. Hacca gitmez, kelime-i şehadet getirmez, namaz kılmaz... Öte yandan Amentü duasında ifadesini bulan İmanın Şartları var. Yani bir kişinin Müslüman olabilmesi için aynı zamanda imanın, yani inancın şartlarını kabul etmesi lazım. Ne diyor: “İslamiyetin öngördüğü gaybi tanrıya inanırım, onun resulüne inanırım, onun gönderdiği kitaba inanırım, ahiret gününe inanırım, hayrın ve şerrin Allah’tan geleceğine inanırım.” Alevi bunların hiçbirine inanmaz. Ne İslamın ne de İmanın Şartları’nı yerine getirir. Bundan dolayı ayrı bir inançtır, ayrı bir dindir Alevilik. Dolayısıyla, Aleviliği İslamın özü, versiyonu, tarikatı veya mezhebi olarak görmek son derece yanlıştır.
    Yani nasıl bir ırmak, bir küçük su bir dağdan kopuyor, bir dere yatağında ilerliyor, ilerledikçe yeni sular eklenerek büyüyor, büyüdükçe geçtiği coğrafyanın özelliklerine göre bu su yeni bir tat, yeni bir renk alıyor; işte Alevilik de aynen bu nehir gibi belli inançlardan, dinlerden, kültürlerden etkilenmiştir. Yaşadığı coğrafyadaki egemen halklardan ve kültürlerden bir takım şeyler alarak, yeni bir kompozisyon olarak ortaya çıkan, heterodoks, gizli bir dindir. Benim hareket noktam, yaklaşımım budur.

    Dışarıdan bakanlar Aleviler’in kendi içlerine kapanık ve homojen olduğu kanısındalar, oysa çok heterojen ve çeşitli siyasi tutumlara sahipler Aleviler. Sizce dışardan niye böyle görünüyor? Ve neden Aleviler kendi içlerinde böyle bölünmüş durumdalar?

    Dışarıdaki insanın Aleviliği görmesi, zamirini anlaması ve değerlendirmesi son derece zordur. Bilinen baskıcı yöntemler dolayısı ile -ki bunları ta Selçuklu’ya, Osmanlı’ya hatta daha eskiye götürmek mümkündür; Cumhuriyet döneminde de Aleviler baskı altındadır- kendilerini hiçbir zaman serbestçe ifade edememişler, tartışıp konuşamamışlar. İbadetlerini serbestçe yapamamışlar. Bu yüzden dışardaki bir insanın Aleviliği anlaması gerçekten mümkün değil.
    Şimdi bölünmüşlük olayına gelince. Alevilik yeni yeni tartışılmaya başlanınca bu görüş ayrılıkları su yüzüne çıkıyor. Bunların olması son derece doğaldır. Çünkü bugüne kadar Aleviler kendileri üzerine tartşıp, yazıp bir sonuca varamamışlar. Bunun olanağı da olmamış bugüne kadar. Bu yeni yapılıyor, yani çok gecikmeli olarak bu süreç yaşanıyor, dolayısıyla da önemli görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor.
    İlk soruda bahsettiğiniz yaklaşımların önemli bir bölümü bir yanılsamadan, bir bölümü de korkudan ibarettir. Sözgelimi, hậlậ Aleviliğin İslam dışı olduğunu söylemekten korkuluyor. Çünkü hậlậ siyasal, sosyal, kültürel belli bir baskılanmanın altında Alevi. Dolayısıyla kendini özgürce ifade edebilmesi bu nedenle de mümkün değil.
    Bir bölümü bir yanılsama. Onlarca, yüzlerce yıldan beri yapılan propagandaların etkisi ile kendisinin hakiki ve öz Müslüman olduğunu varsayabiliyor. Bu nedenle bize düşen görev bilimsel bulgulardan, belgelerden, yaşanan Alevilik’ten yola çıkarak ve bir de diğer dinlerle tartarak, karşılaştırarak Aleviliğin ne olup olmadığını ortaya koymaktır. Diğer dinler bilinmeden, bu karşılaştırma yapılmadan Aleviliğin nerde durduğu anlaşılmaz.
    Ayrıca çeşitli bölgelerde Aleviliğin farklı biçimlerde ortaya çıkmasının da nedenleri var. Bunun da diyalektik, sosyolojik izahı rahatlıkla yapılabilir. Kapalı kalan, iletişim içinde olmayan, iletişimi sınırlı olan topluluklarda bir içe kapanma söz konusudur. Bu, bölgesel, mahalli özellikleri katar inanca. Eğer toplum açık olsa, ibadet de açık olsa insanlar birbirlerinin ibadetlerini görecek ve etkilencektir. Böyle olmayınca mahallilikler artar. Farklı bölgelerde farklı motifler ve ritüeller bile girebilir.
    Sözgelimi, doğal olarak içkinin bol olduğu bölgelerde, dem olarak içki kullanılır ibadetlerde ve törenlerde. Ama biliyoruz ki Dersim’de cem törenlerinde içki kullanılması hemen hemen yok gibidir. Bu bakımdan bölgesel ritüel ve motif farklılıkları sosyolojik bir olgudur. Kapalı olmakla ilgili bir olgudur.
    Bir de Alevilik özellikle de Alevi-Kürt kimliği azınlık içerisinde azınlık statüsünde bir kimliktir. Buna çok dikkat etmek lazım. Azınlık içinde azınlık olan topluluklarda milliyet ve din olgusu içiçe geçer ve ulusal kültürü de dini de son derece etkiler. Mesela Yezidi Kürtler “Em e Ezidine” derler. Bunu derken aynı zamanda Kürt kimliğine vurgu yapar. Çünkü onların gözünde Yezidilik ve Kürtlük özdeştir. Bizim bölgede, Maraş bölgesinde, Alevilerin tamamına yakını Kürttür. Dolayısıyla oradakiler “Em e Alevine” derken Kürt olduklarını söylerler. Yani iki kimlik içiçe geçmiştir. Azınlık içinde azınlık statüsünde olan tüm topluluklar için bu böyledir.

    Nejat Birdoğan’ın “Alevilik İslamın tarihine dahildir, ama ideolojisine dahil değildir” şeklinde bir tespiti var. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

    Ben İslam’ın tarihine de dahil olduğuna inanmıyorum, çünkü İslamiyet’ten çok önceleri başlayan bir olaydır Alevilik. Alevi adlandırması çok yenidir. 19. yüzyılın sonlarında literatüre yavaş yavaş girmeye başlamıştır. Şöyle bir yanılgı da var. Geçmişte Aleviyye-Aleviyyun olarak nitelendirilen unsurlar kesinlikle Anadolu-Mezepotamya-Kürdistan Alevileri değildir. Onlar Ali yandaşlığı yapan Arap Şiileri’dir. Alevilik İslamiyet’ten önce başlar. Ama bir dönem İslamiyetle yaşamış diye İslamın tarihi içine sokulamaz bence.
    Anadolu, Mezepotamya, Kürdistan Aleviliği İslam’daki klasik iktidar kavgasından bir ayrılma değil. Hilafet üzerinde yürütülen iktidar kavgasından kopuş bugün diğer Arap ülkelerinde gördüğümüz Şiilik’tir. Ve bunun eski literatürde adı Aleviyye, Aleviyyun’dur.
    Ama Anadolu, Mezepotamya, Kürdistan Kızılbaşlığı ya da Aleviliği bundan tamamen farklı bir süreçtir. İslamiyet’ten çok önceleri başlar ve daha sonra İslamiyet’le buluşması dolayısıyla belli etkileşimler yaşar, bazı motif ve sembolleri farklı bir içerikle alır. Sözgelimi hiç anlaşılmayan hususlardan bir tanesi de bu Allah-Muhammed-Ali olayıdır.
    Bu olgudan yola çıkarak Aleviliğin Müslümanlık olduğu sanılır. Oysa bu her bölgede aynı biçimde görünmez. Mesela bizim bölgemizde, İç Toroslar’da, Allah-Ali-Hüseyin biçimindedir. Muhammed bu üçlemenin dışına çıkartılmıştır.
    Bu bir üçlemedir. Aslında bu üçleme aynen Hırıstiyanlık’taki Baba-Oğul-Kutsal Ruh olgusu gibidir. Aynı şeyin Yezidilik’te, Ahle Haq’ta ve Kakailik’te de versiyonları vardır. Ve Allah-Muhammed-Ali denen şey bunun tümünün Ali olarak tanımlanması, Ali’nin Allah olarak tanınması olgusudur. Bu üçte birlik, üçte birleme denen olgudur. Bu anlaşılmıyor, bu yüzden de sanılıyor ki Muhammed’le kast edilen peygamber Muhammed, Ali ile kast edilen Halife Ali, Allah da gaybi Allah’tır. Oysa Aleviliğin özünde gaybi bir tanrı inancı yoktur.
    Aleviliğin özünde bütün evrende mündemiç, gizil bir güç ve onun insanın kişiliğinde dışarıya kendini vurumu vardır. Yani bir bütün olarak tanrısal güç evrenin bünyesinde mündemiçtir. Bu aslında diyalektik materyalizmle de çakışan bir olgudur. Bütün evrende mündemiç bir güç; ve bu, en değerli varlık olan insanda kendini gösterir.
    İnsanlar arasında da belli kategoriler vardır. Ve bu güç en ço İnsan-ı Kậmil’de kendini gösterir. Çünkü İnsan-ı Kậmil bu işin sırrına ermiştir. Bu nedenle Gılgamış’ta da ifadesini bulan “insanlar ölümcül tanrılardır, tanrılar ölümsüz insanlardır” kavramı Alevilik için de geçerlidir aynen. Bundan dolayı İnsan-ı Kậmil mertebesi diye bir mertebe konmuştur. Yani işin bilincine varmayan insanla bu işin bilincine varan, iç devrimini yapmış, İnsan-ı Kậmil mertebesine ulaşmış insan arasında fark vardır. Dolayısıyla oradaki Ali motifi İnsan-ı Kậmil biçiminde görülen, yani tanrı-insan kavramının bir sembolüdür. Ve o üçlemenin tümü de aslında Ali için söz konusudur.
    Öte yandan Aleviler göksel bir tanrıya inanmadıkları için ondan haber getirecek bir peygambere de inanmazlar. Alevilikte peygamberlik olayı yoktur. Ayrıca Aleviler semavi denen kitapların tümünü mahluk, yani yaratılmış, yazılmış kabul ederler. Bu husus devletin gizli belgelerinde bile var.
    İlginçtir, Dersim bölgesinde uzun süre kalmış olan Atatürk’ün danışmanı Hasan Reşit Tankut bile bunu idrak ediyor ve söylüyor. Alevilerin kesinlikle dört kitabın gökten geldiğine inanmadıklarını, bunları mahluk, yazılmış olarak gördüklerini; Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in sözleri olarak gördüklerini söyler Tankut. Şimdi böyle görünce onları kutsal kitap olarak kabul etmek söz konusu olmayacağı gibi -başkalarının dinine saygı göstermekle birlikte- kendilerini bu kitaplardan da sorumlu görmezler Aleviler.
    Alevilerin kitabı da, erkanı da, deyişi de, gulbangı da kendi dini önderlerinin yarattığı ürünlerdir. Aleviler onunla ibadetlerini yaparlar. Yoksa Kur’an, İncil veya Tevrat’la yapmazlar ibadetlerini.

    Uçurumun İki Yakası: Şah-ı Merdan Ali ile Halife Ali

    Bütün bu serüven içinde Ali’nin pozisyonu nedir?

    Dinlerin hepsinde kutsal kişilikler vardır. Ayrıca dinlerin hepsini bir korku ve vehim yaratmıştır. Böyle olduğu için, her dine mensup insanlarda bir kurtarıcı beklentisi ve özlemi vardır. Bu yüzden Aleviler Ali’yi kurtarıcı özlemine bir sembol yapıyor, sadece bir isim olarak. Öte yandan bu tür heterodoks dinlerde, genellikle bunlar ezildiği, baskılandığı için her zaman mazlumdan yana bir tavır sözkonusudur. Ali’nin hakkı yendiği için, mazlumlar kampında yer aldığı için de kendisine uygun bularak, kendi inancının, kendi kültünün içine alıp sokuyor; gerek Ali’yi gerekse 12 İmamlar’ı, gerekse Ehl-i Beyt olgusunu. Yani Hırıstiyanlık’ta İsa neyse Alevilik’te Ali odur.
    Şunu çok açık olarak söylüyorum, Aleviliğin yarattığı Ali kültü ile Halife Ali, tabiri caiz ise, taban tabana zıttır. Aralarında çok büyük uçurumlar vardır. Esas olay Alevilerin kurtarıcı özlemi ve Ali’nin hakkının yenmiş olmasıdır.
    Profesör İlhan Başgöz’ün bu Ali kültü ile ilgili çok güzel bir belirlemesi var. Diyor ki: “Aslında İslam tarihinde geçen Halife Ali ile Alevilerin inandıkları, taptıkları Ali arasında büyük bir fark vardır. Halife Ali softa bir yaşam sürdü. Kadınlı erkekli semah tutmaz, ibadet yapmazdı. İçki içmezdi. Saza hoş bakmazdı. Oysa Aleviliğin yarattığı Ali kültü bunun tam zıddıdır.”
    Ali İslamiyet’e hizmet etmiş, bu uğurda bir sürü insan kırmış, işte “Allah’ın Arslanı” unvanına layık görülmüş... Bu, Aleviliğin beklentisinin yarattığı bir olgu. Ondan dolayı diyorum Alevilik’teki Ali kültü tamamen farklıdır diye. Yani o mazlumiyet öyle hissediliyor. Mazlumu savunma inancı var ya, onun bir sembolü haline getiriliyor.
    Ali, literatüre göre 10 defa evlenmiş, oğlu Hasan’sa 25 defa. Gel gör ki hiçbir Alevi bunu kabul etmez. Ali’nin adam öldürdüğünü, insanları İslam’a çevirmek için katlettiğini kabul etmez Alevi. O yüzden “Ali’nin elindeki aşk kılıcı, altındaki aşk atıydı” der. Yani burada Alevi’nin görmek istediği bir Ali’den söz ediyoruz.

    Eşyanın Tabiatına Aykırı Bir İş: Alevilik = Şamanizm

    Aleviliğin kökenine ilişkin iddialardan biri, onun Şamanizm’den geldiğini ve Türklere – Türkmenlere has oldğunu söyler Bu iddianın dayanağı nedir, nereden geliyor?

    Hiç ilgisi yok. Öncelikle şunu söyleyeyim. Bugünkü resmi ideolojinin temelleri İttihatçılar (İttihat ve Terakki Cemiyeti) döneminde atılmıştır. Şöyle ilginç bir olay oluyor. 1912 Selanik Kongresi ile birlikte, İTC’nin dolayısı ile Osmanlı’nın yönetimi bütünüyle Balkan Türkleri’nin, yani Enver, Talat, Cemal paşaların eline geçince, daha önce İttihatçılar’a destek olan unsurlar partiden ayrılıyorlar; Kürt yurtseverleri de dahil. Bu partide kalan ve onlara iyice yaklaşanlardan biri Ziya Gökalp oluyor. Gökalp daha önce Kürtlerle ilgili gramer, alfabe, sözlük yazımına katkıda bulunduğu halde, bunları bir yana bırakıp, İttihatçıların, Balkan Türkleri’nin cephesinde yer alıyor. Onlar da Gökalp’i ödüllendirmek için, onu Genel Merkez Hocalığı’na, yani Parti Başdanışmanlığı’na atıyorlar.
    Şöyle ilginç bir olgu var. Eski kaynaklarda geçiyor bu. Sadrazam, yani Başbakan Talat Paşa, Başdanışman Ziya Gökalp’i çağırıyor. Diyor ki: “Ziya bey, şimdi bütünüyle partinin de devletin de yönetimi bizim kucağımıza düştü. Tek söz ve karar sahibi olan biziz. Fakat Anadolu, Mezepotamya, Kürdistan bizim için adeta kapalı bir kutu. Bu coğrafyalarda bir sürü halklar, etnik gruplar, dinler yaşıyor. Dolayısıyla bizim kendi politik, parti anlayışımıza uygun projeler üretmemiz lazım. Planlar hazırlamamız lazım.”
    Nedir İTC’nin ideolojisi? Türkçülüktür. Yani tek tip toplum yaratma anlayışıdır. Gökalp’e bu direktif veriliyor. Gökalp o zaman İttihatçılar’ın önde gelen, eli kalem tutan adamlarını topluyor ve bu direktifi onlara da iletiyor. Sonra bunlar oturup bir çalışmaya giriyorlar. Bu çalışmada en önemli kimliklerle ilgili politikalar üretilecek, raporlar hazırlanacak.
    En önemli kimliklerden birisi Kürtler. Onlarla ilgili konuyu Arnavut kökenli Naci İsmail’e veriyorlar. Ermeniler konusunu Esat Uras’a veriyorlar. Kızılbaşlar, Aleviler, Bektaşiler konusunu Dağıstan’lı bir Çerkes olan Baha Said’e veriyorlar.
    Baha Said İttihatçı bir militan. Bu kişinin de yaptığı şey Kızılbaşlığı ve Aleviliği, ki Alevilik söylemi çok yenidir, bir bütün olarak Anadolu, Mezepotamya, Kürdistan Kızılbaşlığını Bektaşilik kulvarının içine sokup, Bektaşiliği de Türk Müslümanlığı biçiminde sunmaktır. Buna sonradan eklemlenen bir halka da Rusya’dan kaçan Türkçülerden, profesörlük payesi verilmiş Abdülkadir İnan’dır. Abdülkadir İnan Anadolu’daki Aleviliği bir Türk dini gibi, Şamanizm’in bir devamı olarak sunar. Referanslarından biri Baha Said’in 1927 yılında Türk Yurdu dergisinde çıkan makalesi, biri de kendisidir. Bilimsel bir temeli yok yani. İnan, Anadolu Aleviliği’ni Şamanizm’le başlatan bir kitap çıkardı, Tarihte ve Bugün Şamanizm diye. Dolayısıyla Şamanizm’in referans olarak gösterilmesi tamamen Abdülkadir İnan ile başlayan bir olay. Bundandır ki bu iddianın gerçekle bir alakası yok.
    Orta Asya’da çok önemli bir Sünni varlığı vardı. Ve bugün de hậlậ öyledir. Şamanizm’den etkilenen göçebe unsurlar gelirlerken elbette oradaki inançlardan, dinlerden birşeyler getirirler. Ama Anadolu coğrafyasında daha önce yaşamış bir sürü din ve kültür var.
    Bu coğrafya, Mezepotamya, adeta bütün dinlerin çıktığı bir yer. Bir yığın uygarlığın gelip geçtiği bir coğrafya. Şimdi böyle bir coğrafyayı, böyle bir kültür harmanını görmezden gelip, Aleviliği Şamanizm’e indirgemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Son derece yanlış bir görüş ve tezdir.

    Yukarıda andığımız iddianın bir devamı olarak, dedelik ve ocakların da Türklüğe has kurumlar olduğu söyleniyor...

    Bakın Zerdüştilik’te de öyle din görevlileri var ki bunların işlevi, misyonu aynen bizim pirlerinki gibi. Aralarında büyük benzerlikler var. Kehanet ve keramet göstermeye varıncaya kadar. Zerdüştilik’le Alevilik arasındaki gerek ritüeller gerekse felsefi açıdan benzerlikleri bir tarafa bırakıyorum. Demek ki bu kurumların bir önceli var. Yani bir dönüşüm, değişim, bir uyarlama söz konusu.
    Yakın döneme gelince. İslamiyet bu coğrafyada egemen olmaya başladıktan sonra, bir bakıyorsunuz mesela Dersim başta olmak üzere ocaklara verilen bu hüccetlerin, icazetname adıyla verilen bu belgelerin özellikle Selçuklular döneminde verilmiş olduğu görülüyor. Çünkü Selçuklular İslamiyeti bu devletin resmi dini haline getirmişler. Bu İslam dışı heterodoks inançları da hem saraya hem İslamiyete yaklaştırmak istiyorlar. Böyle olunca Selçuklu geleneksel olarak bölgede bu dini temsil eden, o topluma dini önderlik yapan unsurları şartlı olarak tekrar görevlendiriyor. Bunlara şecere, icazetname, hüccetname adıyla belgeler veriyor. Bunun bir şartı var: O unsurlar geleneksel olarak temsil ettikleri topluluğun temsiliyetini devam ettirecekler, ama bunu yaparken kesinlikle saraya karşı durmayacaklar. Artı, olabildiğindce İslamiyete yaklaştıracaklar kitleyi.
    Verdikleri bu şecereleri de kendileri düzüyorlar. Bu dini önderlikleri İslamiyete yaklaştırmak amacıyla onların bir zaafından, Ali kültü ve Ehl-i Beyt olgusundan yararlanarak İslamiyete yamamaya çalışıyorlar. Aslında söz konusu olan manevi bir zincirdir. Ama sanki bu bir soy zinciriymiş, soydan belden gelme olgusunun bir devamıymış gibi algılıyorlar bu dini önderler ve kitleye de öyle yansıtıyorlar. Daha çok söz ve karar sahibi olmak amacıyla böyle bir misyona bürünüyorlar. Halbuki Selçuklu’nun ve daha sonra Osmanlı’nın verdiği hüccetlerde kastedilen bir manevi zincirdir. “Siz ehl-i beytten geliyorsunuz, onun düşüncelerini temsil ediyorsunuz” demek istiyorlar. Bu da dedelerin işine gelmiş. Yol evlatlığını bel evlatlığına dönüştürdüler. Oysa ki bunun bel evlatlığı ile hiç alakası yok. Yönetimin de temel amacı dediğim gibi, bu yolla onları İslamiyete ve saraya yaklaştırmaktı. Çünkü bu hücceti aldığı halde saraya ters düşen olursa o hüccet alınıyordu. Ve kendisine daha yakın gördüğü bir aileye veriliyordu. Yani bu hüccetler kayıtsız şartsız alanda kalacak bir belge değildi.
    Yavuz Sultan Selim Hilafeti aldıktan sonra çeki düzen vermek istiyor bu unsurlara, Alevi Kızılbaş zümrelerine. Bu hüccetleri yeni durumu göz önüne alarak, bunların saraya yakınlıklarını, İslamiyete bakışlarını gözeterek yeniliyor. Kim kafasına uyuyorsa onlara o hüccetler veriliyor.

    Alevilerin etnik kimliği konusunda işi çok uç noktalara götürenler var. Bunların başında da Cemal Şener geliyor. Şener, bütün Alevilerin etnik olarak Türkmen olduğunu söylüyor. “Bu topraklarda hiçbir Kürt Aleviliğe geçmemiştir” diyor...

    Bakın, Cemal Şener’in söylediklerinin bilimsel, tarihsel ve toplumsal gerçeklikle hiçbir alakası yok. İşin ilginç yanı, Şener’in son 10 yıl içinde ilk söyledikleri ile sonrakiler taban tabana zıttır. Sözgelimi Kürtlüğün, Türklüğün milliyet; Aleviliğin, Sünniliğin ise din olduklarını, dolayısıyla bunların karıştırılmaması gerektiğini daha önce söylediği halde, bugün Aleviliği Türk Müslümanlığı biçiminde sunuyor.
    Bu iki boyutuyla yanlış. Alevilik eşittir Türklük ya da Türkmenlik olamayacağı gibi, Alevilik Müslümanlık da değil.
    Alevilik ister batıda ister doğuda olsun, ortak temel ölçütlere sahiptir. Ortak temel doğrular ve temel inançlar var. Ama farklılaşan ritüeller ve yorumlar da var. Bu, onların ulusal kültürlerinin inançlarıyla emişmiş olmasıyla ilgilidir. Sözgelimi güneşe karşı dua etme olayı Alevi Kürtler’de yoğunken, Alevi Türkler’de, Türkmenler’de yoğun değil. Mesela ziyaret olayı iki kesimde de var.
    Kim resmi ideolojinin daha çok etkisinde kalmışsa onun Aleviliği biraz daha yozlaşmıştır. Müslümanlığa kaymıştır onun Aleviliği. Zaten Türk Alevileri kendilerini Türk-İslam Sentezi’nin Türklük ayağında görüyorlar. Geriye kaldı İslamlık ayağı. Bir de bu propagandaların etkisiyle yoğun bir kayış var Alevi Türklerde. Ama Alevi Kürtler’de yok. O azınlık içinde azınlık statüsünden dolayı yok böyle bir kayış. Onlar kimliklerini koruyorlar. Ama ne yazık ki Alevi Türkler belli ölçüde iğfal edildiler. Bu, Türk-İslam propagandasının o kitle (Alevi Türkler) üzerindeki etkisiyle izah edilir.
    Bu noktada ilginç bir şey daha söyleyeyim. Özellikle Hilafet kaldırıldıktan sonra sözde laiklik getirildi, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Mustafa Kemal, geçmişi İttihatçı olduğu için, özellikle 1925’ten itibaren gerçek kimliğini ortaya koyan uygulamalara yöneliyor. Bunlardan bir tanesi dinle ilgilidir. Şimdi Alevilere, Bektaşilere ya da diğer şafi Kürt tarikatlerine ilişkin dergahlar, tekkeler, zaviyeler kapatılırken cami kapatılmadı.
    O dönem Mustafa Kemal’in tek tip toplum, tek tip din –hanefi Müslümanlığı- yaratmak amacıyla yaptığı bir girişim var. Diyaneti görevlendiriyor. Müslümanların kutsal kitabı Arapça. Herkesin Arapça okuması ve anlaması mümkün değil. İnsanlar nereden anlarlar kutsal kitabı? Tefsirlerden anlarlar. Dolayısıyla M. Kemal’in ilk el attığı işlerden biri, Kur’an’ı tefsir ettirmedir. Yani Kur’an hem çevirilecek hem yorumlanacak. Yalnız bunu yaparken, ilginçtir, Diyanet’e şu direktifi veriyor. Diyor ki: “Kur’an’ı tez elden tefsir ettireceksiniz, ne kadar para gerekiyorsa verilecek. Fakat bu tefsirde ehl-i sünnet dışındaki inançlara, öğretilere yer verilmeyecektir. Hanefilik dışındaki diğer sünni mezheplerin görüşlerine de yer verilmeyecek.” Ve “Kur’an” diyor “Türk-İslam geleneği göz önüne alınarak yorumlansın.” Elimizde belge olarak var; bu konuda Diyanet’e 7 maddelik bir direktif veriyor. Diyanet de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazar ile sözleşme yapıyor. Diyor ki Diyanet Yazar’a: “Cumhurbaşkanının isteği budur, biz bunları 7 maddelik bir sözleşme haline getirdik. Bu sözleşmeyi imzalayacak ve Kur’an’ı buna göre tefsir edeceksin.” Yazar da bu sözleşmeye göre tefsir ediyor.


    http://www.f27.parsimony.net/forum66192/messages/549.htm
    http://www.zazaki.org/modules.php?name=News&file=article&sid=46


    Mehmet Bayrak ile Söylesi - 2

    Mehmet Bayrak'la yapılan röportajın devamı!
    Siz hem Alevilik ve Kürtler hem de Ortaçağ’dan Modern Çağa Alevilik adlı çalışmalarınızda 12 büyük Alevi Ocağı’nın Dersim’de bulunduğunu söylüyorsunuz. Dersim Alevilik içinde niye böyle önemli, kilit bir noktaya geldi?

    Öncelikle şunu belirteyim. Bu belirlemeyi sadece biz yapmıyoruz, devletin gizli belgelerinde de var bu. Söz gelimi Atatürk’ün danışmanı Hasan Reşit Tankut 1925 Kürt İsyanı’ndan sonra Şark İlleri Asayiş Müşavirliği’ne atanıyor, gizli bir görevle. Ve Tankut’un en çok üzerinde durduğu bölgelerden birisi Dersim bölgesi. Onun da tespit ettiği hususlardan bir tanesidir bu. Yani o temel ocakların Dersim’de bulunuyor olması konusu. Dersim 17. yüzyıl ortalarına, Kasr-ı Şirin Antlaşması’ına kadar Safevi toprağıydı. Şunu da ayrıca belirtmek lazım ki, gerek Anadolu gerek Mezepotamya Aleviliği’nin üzerinde Ari inanç ve kültürlerin çok büyük bir etkisi vardır. Özellikle İran menşeyli inançların ve kültürlerin çok büyük bir etkisi vardır. O coğrafyadan en son kopan toprak da Dersim toprağıdır.

    Geçmişte Alevilerin yönü hep İrana dönüktü. İrandaki Erdebil Tekkesi, adeta Alevilerin kutsal mekanlarından biridir. Bundan dolayı da Anadolu’daki bütün Aleviler’in, sadece Kürt Aleviler’in değil diğer Türkmen Alevileri’nin de yönü genelde İran’a dönüktür geçmişte. Fakat Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla birlikte Dersim eyaleti, Dersim bölgesi Safeviler’den kopup Osmanlılar’a geçince, bir diyalog kopukluğu da oldu. Ama yine de o bölgede yaşayan Aleviliğin izlerini üzerinde en çok taşıyan Dersim oldu. Bu kutsal ocakların bulunmasını da ben biraz bununla ilişkilendiriyorum. Adeta, geçmişte Erdebil Tekkesi’nin bu coğrafyada bir versiyonu, bir temsilciliği gibi oldu Dersim coğrafyası. Bundan dolayı da bir çok kutsal ocağın bulunduğu bölge Dersim bölgesidir. Sonra Merzifon ve göreceli olarak da Lazkiye eklemleniyor buna. Ama en temel ocakların bulunduğu başlıca coğrafya Dersim coğrafyasıdır.

    İkincisi Dersim herşeye rağmen Aleviliği, Kızılbaşlığı koruyabilmiş, jeopolitik, coğrafi konumundan dolayı. Ben bu iki etkene bağlıyorum daha çok. Üçüncü bir etken de azınlık içinde azınlık statüsünde olmasıdır. Gerek Alevi-Kızılbaş Kurmanc Kürtler olarak, gerekse Alevi-Kızılbaş Zaza Kürtler olarak azınlık içinde azınlık statüsünde. Bu statüden dolayı da kendilerini daha çok korumuşlar. Zaten bu statü içinde olanlar kapanırlar ve iki kimliği, ulusal ve inanç kimliklerini, özdeşleştirirler. Bundan dolayı da ben bu korunmanın uzun sürdüğünü düşünüyorum.
    Öyle görülüyor ki, Aleviliği, o coğrafya, o topluluk en yoğun biçimde yaşamış ve yaşatmış. Orada o ocaklara adını veren dini önderleri birer kutsal kişilik haline getirmiş.

    17. yüzyılın ortalarına, 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile Osmanlı’ya geçene dek Dersim’in Safevi toprağı olduğunu belirttiniz. Dersim’in sünni İslamla anlaşamadığı, onu benimsemediği ve kendisini onun içinde eritmediği bir gerçek. Peki ama, Safevi hükümranlığı altında olduğu dönemde Şiilik’le nasıl bir ilişkisi vardı?

    Benim gördüğüm kadarıyla özellikle İran coğrafyasında dağlık bölgelerde, bu egemen Şiiliğe aykırı inançlar yaşamış. Uzun süre varlıklarını sürdürmüşler. Bu zaten sosyolojik bir olgu. Yani bir merkeze yakın olan ve kuşatılması, fethedilmesi kolay olan unsurlar en erken egemen düşünceye kalb edilebiliyorlar. Ya da asimile edilebiliyorlar. Fakat göreceli olarak merkezden uzak olanlar, bir de ulusal kimlik olarak farklı olanlar daha çok direniyorlar. Çünkü onlar azınlık içinde azınlık statüsündedir. Bu statü içinde olanlar kendilerini koruyabilmişler. Dersim bölgesi de bunlardan biridir. Ve ben onların, bugün Alevilik dediğimiz inancı taşıdıklarını ve egemen Şiiliğe karşı koruduklarını düşünüyorum.

    Biliyorsunuz bu Horasan olayı çok önemli. Alevi Kürtler, Kızılbaş Kürtler geçmişten bu yana ne doğuda şii Safeviler’le iyi anlaşabilmişler ne batıda sünni-müslüman Türklerle, daha doğrusu Osmanlı’yla. Dolayısıyla bu iki imparatorluğun tepişmesi sırasında devamlı savurulan unsurlar Alevi Kürtler olmuş. Bunlar iki tarafa da yanaşamadıkları için, iki tarafın da yanında yer almadıkları için istenmeyen unsurlar haline geliyorlar. Bunların bir bölümü zoraki batıya ya da doğuya göçüyor öncelikle. Yani batıda Anadolu içlerine doğru, doğuda da Alburuz dağları üzerinden Horasan’a doğru göçüyorlar.

    Asıl önemli ve zoraki göç de Şah Abbas döneminde yaşanıyor. Yani Dersim daha Safevi toprağıyken, 17. yüzyılın başlarında. I. Şah Abbas, bu Müslüman da olmayan Şii de olmayan Kızılbaş Kürt unsurlarını kuzeydeki sünni Özbeklerin ve sünni Türkmenlerin İran topraklarına saldırmasını önlemek, onları barajlamak amacıyla Dersim toprağından alıp götürüp Horasan bölgesine yerleştiriyor. Bazı kaynaklar on binlerce ailenin, bazı kaynaklarsa 5 bini aşkın ailenin göç ettirildiğinden söz eder. Ne olursa olsun 17. yüzyılın başında bu büyük bir rakamdır. Şah Abbas bir yandan da bunları o topraktan kopararak bir güç olmalarını da önlüyor. Kendisine karşı yapılacak bir başkaldırının direncini de kırmaya çalışıyor. Bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyor. Fakat Kasr-ı Şirin Antlaşması ile birlikte bu topraklar, yani Dersim eyaleti Osmanlı’ya geçince, Horasan’da zoraki iskana tabi tutulmuş ailelerin bir bölümü kendi topraklarına geri dönüyor. Horasan’dan gelme olgusunun aslı budur. Horasan’dan gelme var, ama bu Dersim’den oraya gidenlerin geri gelmesidir.

    Bugün Horasan’daki aşiret yapısına bakarsanız aşağı yukarı Dersim’in bir simetriği gibidir. İki büyük konfederasyon vardır. Biri Çemişgezek Konfederasyonu’dur bir diğeri de Şadlu Konfederasyonu’dur.
    İlginçtir Horasan’da iskana tabi tutulan Kızılbaş Kürtler belli ölçüde şiileşmiştir ama onların şiiliği de İran şiiliğine benzemiyor. Onların şiiliği Aleviliğe daha yakın bir şiiliktir. Yani bu anlamda da asimile edilememişler.

    Özellikle politik ortamın çok kızıştığı, Kürt meselesinin zirveye çıktığı noktalarda bilhassa yaşlı kuşaklar “Bizim atalarımız Horasan’dan geliyor, asıl Türk biziz, asıl Müslüman biziz” derlerdi. Burada belki de Horosa’nın yapısı ve önemi üzerinde biraz daha konuşmak lazım. Niye başka hiçbir ispata gerek bırakmaksızın, tek başına “Horasan’dan geliyor olmak” Müslümanlığın ve Türklüğün kanıtı sayıldı?

    Şunu açık söyleyeyim, bu tamamen bir propaganda ürünüdür. Egemen ve resmi ideolojiler böyle bir şeyi zaten isterler. Fakat bu propagandaya uyan pir ocakları, mürşit ocakları yönetimlerle iyi geçinebilmek için adeta bu propagandaya çanak tutuyorlar. Kendilerine tarihi bir köken uydurmaya çalışıyorlar. Bunu nereye dayandıracak? Horasan’dan gelme olayı var. Bu olayı bir gidip gelme şeklinde değil de, sanki orası bir Türk yurduymuş, oradan çıkıp Dersim’e gelmişler ve sonradan Türkçeyi öğrenmişler biçiminde sunuyor. Bu resmi ideolojinin tuzağına düşmektir. Bir de bu dede ocaklarının kendilerini kabul ettirme çabasıdır. İşin aslı budur. Bugün bile bazı rakamlara göre 2 milyon, bazılarına göre ise en az 1 milyondan fazla Alevi veya Şii Kürt var Horasan’da. Orada bazı Sünni unsurlar var ama çok azınlıktalar. Yezidiler var sonra, onlar da azınlıkta. Ama Alevi ve Şii Kürtlerin nüfus oranı yüzde 75 civarında.

    Abdülhamit Takası: Çocuklar Mektebe, Kur’an Dersim’e

    Kitaplarınızda tematize ettiğiniz ve belgeler sunduğunuz bir konu var: 19. yüzyılda bölgedeki misyoner faaliyetleri. Ne oldu? Protestanlar niye gittiler oraya? Niye çalışma yaptılar? Sizin sunduğunuz belgelerden, halk katından da onlara yönelik bir ilgi olduğu anlaşılıyor. Halk niye bunlara olumlu tepki verdi?

    Misyonerlerin yoğunlukla gittiği kesim, Fırat’ın batısındaki coğrafyada yaşayan Alevi Kürtlerdir. Batılılar, bölgeyi birçok nedenle kendilerine daha yakın buluyorlar. Bir defa Ari soydan gelmelerinden dolayı yakın buluyorlar. İkincisi inanç olarak yakın görüyorlar, yani Aleviliği Hırıstiyanlığa yakın sayıyorlar; özellikle de Protestanlığa. Bir de bölgede yaşayan Ermeniler var. Onlar daha çok Gregoryan Hırıstiyanlar’dı. Bu, Kürt Kızılbaşlığını büsbütün okşayan bir inanç. Protestanlar, Osmanlı’nın batıya açılma çabasından sonra izinli olarak bu bölgelerde faaliyet yürüttüler. Bir defa bölgede Protestan olan unsurlar vardı. Onlara gittiklerinde karşılarında aynı zamanda Kızılbaş Kürtleri buldular. Kızılbaş Kürtler de bunları hiç yabansımadı. İki nedenle yabansımadı. Bir, Alevilik gerçekten de Hırıstiyanlığa yakın olduğu, ortak tarafları olduğu için –bunu gerek misyonerler gerekse de devletin gizli belgeleri söyler zaten. “Siz Tanrı’yı, Baba-Oğul-Kutsal ruh olarak anlarsınız biz bu üçlemeyi Allah-Muhammed-Ali biçiminde söyleriz. Sizler sakal, bıyık kestirmez, kıl düşürmezsiniz, biz de öyle. Siz tek kadınla evlenir, kadın boşamazsınız, biz de öyle. Oruçlarımızın vakit ve şekli ile, ibadetlerimizin şekli aşağı yukarı aynıdır. Siz de gusul etmezsiniz biz de. Siz göğsünüzde haç çıkarmak sureti ile kelime-yi şehadet getirirsiniz, biz açık avcumuzu bağrımıza basmak sureti ile. Biz sonradan, Hz. Ali efendimize uyduğumuz için adımız Alevi oldu, yoksa aramızda bir fark yoktur.” Bunlar, devletin gizli belgelerine ve batı literatürüne de yansıyan, o zamanki bir Kürt Alevi pirinin sözleridir. Bakın bir Alevi kendisini böyle görebiliyor, böyle tarif ediyor. İkincisi de bölgenin o güne kadar Osmanlı’yla hiçbir ortak tarafı olmamış. Bir batılı gelince, adeta onu batıya açılan bir kapı gibi görüyor. Dolayısıyla onu bir yönüyle bir kurtarıcı gibi de görüyor. Yani ittifak yapılabilecek bir güç olarak da görüyor. Dikkat ederseniz, ta 19. yüzyılda Amerika’ya Dersim’den göçler vardır. Onlar bu nedenledir. Ben bu etmenlere bağlıyorum.

    Peki Osmanlı, Protestan Misyonerler’in bölgeye gidip çalışma yapmasına nasıl yaklaşıyor?

    Dersim’le ilgili çok çarpıcı bir olgu Abdülhamit döneminde yaşanıyor. Bu çok önemli. Alevilikle Gregoryan Hıristiyanlığı arasındaki çok büyük benzerlikten dolayı çok yakın bir dostlu kuruluyor. Bir bütün olarak Kızılbaşlar’la Hıristiyanlar genelde dostlar. Bu devletin gizli belgelerine de yansıyor zaten. Ama Kızılbaş Kürtlerle Gregoryan Ermeniler arasında ayrı bir dostluk sözkonusu. Batılı misyonerlerce de bu özellik göründüğü için, bölge halkı arasında belli çalışmalar yürütülüyor. O tarihe kadar Osmanlı’yla hiç uzlaşamamış olan bölge insanı, karşısında kendisine sahip çıkacak unsurlar olarak batılıları görüyorlar. Batılıları kendilerine yakın görmeye ve onlarla diyaloga girmeye başlıyorlar. Osmanlı bundan müthiş işkilleniyor, kaygılanıyor. Çünkü bu yolla Kızılbaşlar’ın Hırıstiyanlığa, Protestanlığa kayacağından korkuyor. Bundan korkulduğu için Abdülhamit bir takım önlemler almaya başlıyor. Daha önce bölgeye izinli gelen bu seyyahlara izin verilmemeye başlanıyor. Ve Protestan kilisesi yerine de mümkün mertebe katolik kilisesi güçlendirilmeye çalışılıyor. Bu yapılırken özellikle Dersim bölgesi, çünkü burası kaynaşmanın en yoğun olduğu bölgelerden bir tanesidir, esas alınıyor. Ayrıca Abdülhamit’in de göz diktiği başlıca bölgedir Dersim.

    Abdülhamit Hamidiye Alayları’nı sünni Kürtlerden oluşturdu. Bu Alevi Kürtler arasında bir kırgınlığa da yol açtı. Çünkü sünni Kürtler, özellikle de cahil unsurlar, Kızılbaş Kürtler üzerinde de baskı uygulamaya başladılar. Zaten Kızılbaş Kürt Sünni Kürt çelişkisinin asıl başladığı dönem bu Hamidiye Alayları dönemidir. Abdülhamit bir taşla bir kaç kuç vurmak amacıyla, Kızılbaş Kürtleri de göreceli olarak yanına çekebilmek amacıyla bir Aşiret Mektebi projesi başlatıyor. Hamidiye Alayları yoluyla sünni Kürtleri feth etmiş ama diğerleri kırgınlar. Bunları da bu mektepler yoluyla yanına çekmek amacıyla Dersim bölgesine elçi gönderiyor. Diyor ki: “Ben sizin çocuklarınızı eğitip subay yapacağım. Fakat siz Protestanlara büyük yakınlık gösteriyorsunuz. Sizden alacağım çocuklara karşılık ben de size hanefi din adamı göndereceğim.” İşte Kur’an’ın Dersim bölgesine girmesi bu hanefi hocalar aracılığıyladır. Abdülhamit Protestanlığın bölgedeki nüfuzunu kırmak amacıyla karşı böyle atağa geçiyor. Bu hanefi din adamları bir yandan Protestanların etkisini kırmaya çalışırken bir yandan da Dersimlileri hanefiliğe yöneltiyorlar. Mesela Alevilerin yaşadığı hiçbir bölgede Kur’an yer almazken, yer bulmazken ben Dersim’de cenaze törenlerine, belli ritüellere Kur’an’ın girdiğini gördüm ve çok şaşırdım açıkcası. Bunu araştırınca bakıyorsunuz ki 110 yıllık bir geçmişi var bu olayın.

    Dersim’li bir yazar kesimi var, ve bunlar “Zazacılık” denen akımın savunuculuğunu yapıyorlar. Onların formüle ettiği bir iddia sözkonusu. Diyorlar ki: “Dersim’in kendine has inançları vardır, Zazacası ile ‘Yitikate Dersim’ denen.” “Bir taraftan” diyorlar “birileri bu inançların kökeninin Şamanizm’e dayandığını söyleyerek bizi Türkleştirmek ister, beri taraftan birileri Zerdüşt’ten geldiğini söyleyerek bizi Kürtleştirmek ister. Ama bu inançlar doğrudan ne Zerdüştilik’ten ne de Şamanizm’den gelir. Bu iki öğenin, şu ya da bu oranda Dersim inancında etkisi olabilir, ama bu inançlar tamamen bölgeye hastır, bölgede doğmuşlardır ve kendi başlarına bir inanç sistemidir.” Ayrıca bu inancın tanrıları olduğunu da ekliyorlar. Siz bu teze dair ne diyorsunuz, ne düşünüyorsunuz?

    Bir defa ben Dersim Aleviliği ile diğer Alevilik arasında çok büyük bir fark görmüyorum. Dersim Aleviliği’nde bir yozlaşma var, belli tören ve ritüellere Kur’an’ın girmiş olması gibi, ona demin işaret ettim. Bu, Dersim Aleviliği adına negatif bir puandır. Temelde çok önemli farklılıklar görmüyorum. Bazı nüanslardan sözedilebilir. Bu nüanslar da kapalı toplum olarak yaşayan çeşitli topluluklar arasında da görülebilen şeylerdir.

    Dediğim gibi İran’a yakın olması dolayısıyla, Dersim Kızılbaşlığı İran Kızılbaşlığı’ndan biraz daha fazla etkilenmiş olabilir. O tanrısal kişilikler konusuna gelince. Bu, ocaklarda temsil ediliyor. Ocaklara adını veren kişilikler tanrısal kişilikler sayılıyor. İnsanın tanrı olarak görülmesi olayı, eski Eflatun felsefesinden de gelen ve Aleviliğe de hiç aykırı olmayan bir şeydir. Eski Anadolu ve Mezepotamya tanrılar diyarıdır. Tanrısal gücün insanda görülmesi olgusu eski bir olgudur ve bu, Aleviliğe yabancı bir olay değildir. Bu nedenle, orada toplum önderliği yapmış, belli bir ocağa adını vermiş insanların insận-ı kamil mertebesine ulaştırılmış olması, onlara tanrı-insan payesi verilmesi yadırganacak bir olay değildir. Bu Alevilikte de vardır. Şimdi Ebul Vefa-yi Kürdi niye asıldı? O da tanrıyı insanda gördüğü için asıldı. Hallac-ı Mansur ve Nesimi niye asıldılar? Böyle düşündükleri için. Zaten Alevilikle İslam arasındaki en temel farklardan birisi budur. İslam, tanrıyı gaybi bir kuvvet olarak görür, insanı kul derekesine indirir, Alevilik insanı tanrı katına çıkartır. Bu ikisi arasında böyle büyük bir uçurum vardır. Dolayısıyla bu sadece Dersim’e özgü bir olay değil. Bütün Alevilikte insan merkezdedir. Bunu doğru görmek lazım.

    Şöyle bir söylem var: “Dersimde Kurmanclar ve Zazalar yaşıyor; Ermeniler de çok önemli bir oranda vardı, kültürde. Şimdi bu üçünden biri dıştalandı mı Dersim Dersim olamaz. Ve asıl önemli olan, Dersimde’ki ortak ruh halidir.” Ve bu ruh hali Anadolu’da sadece Dersime has bir olguymuş gibi yansıtılır. Siz buna nasıl bakıyorsunuz?

    İlkin şunu söyleyeyim, Dersim’in de o kadar homojen olduğu söylenemez. İkincisi Dersim denilen yer geçmişte, bugünkü Tunceli’yi, Elazığ’ı, Erzincan’ı, Sivas’ın önemli bir bölümünü, Malatya’nın önemli bir bölümünü Bingöl’ü ve işte Varto’yu içine alan geniş bir eyaletin adıdır. Burada hem Kurmanci konuşanlar vardır hem Zazaki konuşanlar vardır. Bunlardan Sünni olan vardır Alevi olan vardır. Öte yandan Şafii olan Zazalar vardır. Bu bakımdan bir homojenlikten söz etmek mümkün değil. O ruh hali olgusu Kızılbaş-Kürt kimliğinden dolayıdır. Bu kimlikten dolayı kendilerini ne şafi Kurmanclarla, ne şafi Zazalarla ne de Türklerle özdeşleştirebilmişlerdir. Ben Dımılki’yi de Kürt dilinin lehçelerinden biri olarak görüyorum. Bu iddianın bilimsellikle bir alakasını görmüyorum. Tamamen zorlamadır. Şimdi tutar bunu sadece Dersim’e indirgersen diğer şafi Zazaları ne yapacaksın? Eyalet bazında bakarsan sadece Zazalar yaşamıyor. Kurmanclar da yaşıyor. Ermeniler yaşıyordu; hậlậ kalıntıları vardır. Bazı Türk unsurlar yaşıyor.

    http://www.zazaki.org/modules.php?name=News&file=article&sid=47

    http://f27.parsimony.net/forum66192/messages/550.htm
    http://f27.parsimony.net/forum67480/messages/4649.htm



    Mit folgendem Code, können Sie den Beitrag ganz bequem auf ihrer Homepage verlinken



    Weitere Beiträge aus dem Forum DERSİM-ZAZA ARŞİVİ

    AIHM'in Içyer Karari ve Köye Dönüs Sorunu... Hüseyin AYGÜN - gepostet von dersim am Sonntag 17.06.2007
    Miandonike - gepostet von dersim am Freitag 11.05.2007
    Veyva Wusivê Ale Koyî - gepostet von dersim am Dienstag 31.07.2007



    Ähnliche Beiträge wie "Mehmet Bayrak ile Söylesi"

    İstiklal Marşı Mehmet Akif Ersoy SesLendirMeli - Adminiye-Mp3 (Sonntag 28.01.2007)
    Die Sekte - parasite3go (Donnerstag 29.03.2012)
    Mehmet - Josef D. (Sonntag 06.03.2005)
    Ismet (Mehmet Akan) Hakkinda Yorumlar - Mesut01 (Sonntag 26.02.2006)
    Mehmet & Murat - Wo soll ich hin - krallar (Samstag 15.01.2005)
    Mehmet Akan´in Resimleri - Mesut01 (Sonntag 26.02.2006)
    Mehmet & Murat- Oh Baby - krallar (Samstag 15.01.2005)
    Mehmet Oz - Sira Geceleri - ermanbaba (Freitag 10.11.2006)
    MehMet Koç – Dillerim Lal - EmeGimsin (Samstag 13.01.2007)
    BAYRAK-SILAH - Resul (Freitag 06.01.2006)