DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR

DERSİM-ZAZA ARŞİVİ
Verfügbare Informationen zu "DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR"

  • Qualität des Beitrags: 0 Sterne
  • Beteiligte Poster: dersim
  • Forum: DERSİM-ZAZA ARŞİVİ
  • Forenbeschreibung: Dersim-Zaza Platformu
  • aus dem Unterforum: NUSNEY : YAZILAR
  • Antworten: 3
  • Forum gestartet am: Dienstag 05.12.2006
  • Sprache: türkisch
  • Link zum Originaltopic: DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR
  • Letzte Antwort: vor 16 Jahren, 2 Monaten, 23 Tagen, 3 Stunden, 46 Minuten
  • Alle Beiträge und Antworten zu "DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR"

    Re: DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR

    dersim -

    DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR


    Dersim’in İhtiyaç Duyduğu Kurumlar


    Dersim’in ihtiyacı olan kurumlar hangileridir?


    Her toplumun bir idareye ihtiyacı vardır. Önemli olan bu idarenin,
    toplumun ihtiyaçlarına cevap vermesidir. Dersim’de bir çok idare
    biçimi denenmiştir ama şimdiye kadar Dersim toplumunun ihtiyaçlarına
    cevap verecek bir idare biçimi oluşmamıştır. Bunun için Dersimliler
    sürekli bir arayış içinde olmuştur ve bu arayış bugün de sürmektedir.





    Dersimi yönetecek ve yönlendirecek kurumlara acil ihtiyaç vardır. Dersim
    toplumunun sorunlarına çözüm üretecek bir kurum veya kurumlaşma
    yaratılamazsa, Dersim toplumu dili ve kültürü ile ortadan kalkacak, bunun
    yerine belkide eskisi ile hiç ilgisi olmayan yeni bir toplum oluşacaktır.
    Oysa biz eski toplumun, dili ve kültürü ile ama çağa da uyarak yaşamasını istiyoruz.
    Peki bu mümkün müdür veya nasıl mümkünolabilir?



    O halde Dersim toplumunun ihtiyacı olan kurumlar hangileridir?
    Dersim’in ve Dersimlilerin sorunlarına çözüm üretecek bir idare
    biçimi ve gerekli kurumlar nasıl oluşturulabilinir? Bu makalede bu
    soruların cevapları aranmaya çalışılacaktır.


    Nasıl Bir Örgütlenme?


    Dersim’e yönelik çalışma ve örgütlenmelerde üç ana alan esas
    alınabilir. Birincisi Dersim’in kendisi, ikincisi Türkiye metropolleri
    ve üçüncüsü de Türkiye dışı Diaspora’dır. Bu yazıyı üç başlık
    halinde ele almak istiyorum. Birinci bölümde Diaspora örgütlenmesini
    tartışmak istiyorum. İkinci bölümde Dersim ve üçüncü bölümde
    Türkiye’deki Dersim örgütlenmesi ele alınacaktır. Şüphesiz ki bu bir
    tartışmadır. Bazı yaklaşımlar değişik kişi veya çevreler tarafından
    tartışılmış olabilir. Bazı görüşler ise yeni ve ilk defa bu makalede dile
    getirilmektedir.


    Sorunların doğru bir yöntemle ele alınması ve verimli bir tartışmanın
    yürütülmesi dileğimdir.





    l. Bölüm


    Diaspora’da Dersim Örgütlenmesi



    Avrupa’da Dersim Dernekleri




    Son yıllarda Dersimli aydın ve yurtseverlerin yurt dışında yaptıkları
    çalışmalar, Dersim kültür dernekleri veya kültür evleri şeklinde
    somutlaştı. Dersimlilerin bulunduğu her şehir veya bölgede, bu tip
    örgütlenmeler, değişik adlar altında ama “Dersim Kültürü” zemininde
    yeşerdi. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın bir çok ülkesinde
    Dersimliler, Dersim kültür evlerinde bir araya geliyor, hem Dersim’in ve
    hem de Dersimlilerin sorunlarını tartışarak etkinliklerde bulunuyorlar.
    1990’lı yıllardan itibaren çeşitli bölgelerde sürdürülen dernekleşme çalışmaları,
    2006 yılı başında mevcut derneklerin bir araya gelmesi ile
    FDG (AVRUPA DERSİM DERNEKLERİ FEDERASYONU) olarak somutlaştı.




    Avrupa’daki Dersim derneklerinin çalışmalarının ve örgütlenme
    düzeylerinin hala vasatın altında olduğu söylenebilir. Bu çalışmaların
    derinleştirilerek sürdürülmesi ve örgütlenmelerin yaygınlaştırılarak
    kitleselleştirilmesi bir görev olarak durmaktadır.



    Avrupa’da bu tip örgütlenme ve kitle çalışması yapılması doğrudur.
    Avrupa’daki Dersimliler’in hem Avrupa’daki yaşamalarından kaynaklanan
    kültürel ve sosyal sorunları var ve hem de Dersim’den kaynaklanan
    sorunları var. Avrupa Dersim Dernekleri, aşağıdan yukarıya doğru
    örgütlenen, yerel ve bölgeselden merkezi yapılanmaya dayanan
    demokratik kuruluşlardır. Bu örgütlenmelerin, kendiliğinden oluştuğu
    söylenemez. Şüphesiz ki, Avrupa’da yaşayan ve Dersim’e gönül vermiş
    olan sınırlı sayıdaki aydın ve yurtseverlerin çabaları ve çalışmaları bunda
    belirleyici olmuştur. Her şehirde ve bölgede oluşabilecek olan bu
    dernekler, her ülkede federasyonlar şeklinde örgütlenebilir. Bu dernekler
    Avrupa çapında oluşturulan Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu -
    (veya Konfederasyonu) çatısı altında birleşmelidirler.



    Avrupa Dersim Derneklerinin ülkeler bazında oluşturacağı federasyonlar
    ve onların çatı örgütü olarak üst federasyon veya konfederasyon, faal ve
    verimli bir çalışma yürütmek zorundadır. Kondederasyon ve
    federasyonlar bünyesinde her alanda çalışmalar yapılmalı ve komisyonlar
    oluşturulmalıdır. Bu komisyonlar her ülkenin koşullarını göz önünde
    bulundurarak projeler üretmeli ve gerekli çalışma ve etkinliklerle
    uygulanmalıdır.


    Avrupa’daki Dersim derneklerinin aşağıdan yukarıya doğru,
    demokratik bir tarzda örgütlenmeleri hem gerekli ve hem de doğrudur.
    Mesele, yetenekli insanlarımızın buralara çekilmesi ve verimli çalışmaların
    yapılmasıdır. Projeler üretebilenler, örgütlenmenin ve çalışmanın
    gereklerini yerine getirenler başarılı olurlar. Ne yazık ki, Avrupa’daki
    Dersimliler, bu güne kadar, ne verimli projeler üretebildiler ve ne de
    yetenekli insanlarını bu derneklere çekebildiler. Ama bunlar
    yapılamayacak, başarılamayacak şeyler değildir. Umut ederiz
    ki, önümüzdeki kısa süreçte bu alanlara el atılır ve başarılı sonuçlar alınır.



    Bu alanda yaşanan en önemli ve en büyük eksikliklerden biri, bazı
    Dersimli aydın, yarı-aydın insanların bu çalışmalara katılmamaları,
    gönülsüz ve seyirci kalmaları veya bazılarının tümüyle küçümsemeleri ve
    karşı çıkmalarıdır. Açıktır ki bu, talihsiz bir durumdur. Bu anlayış ve
    yaklaşımın kırılması gerekiyor. Hem ümitsizlik yayan veya küçümseyen
    ve hem de açıkça karşı çıkan bu yaklaşımlar teşhir edilmelidir.



    Avrupa’daki Dersim dernekleri ve onların üst çatısı olan Avrupa
    Dersim Dernekleri Federasyonu dışında, ne tür örgütlenmelere ihtiyaç
    vardır veya ihtiyaç var mıdır?


    Dersim Kırmanc/Zaza halkının siyasi temsilciliğinin yaratılması




    Avrupa’da çeşitli örgütlenmelere ihtiyaç duyulduğu eskiden beri
    tartışılan konulardan biridir. Bu alanda bazı girişimler olmuş ve bazı
    örgütlenmelere de gidilmiştir. Son dönemde de bazı kişi veya çevrelerce
    farklı öneriler yapılmakta ve konu değişik boyutları ile tartışılmaktadır.




    Yurt dışında nasıl bir örgütlenme olmalı meselesi Dersim ve Türkiye’deki
    örgütlenme sorunundan tamamen ayrı ve bağımsız olarak ele alınamaz.
    Burada tartıştığımız sorun, genel olarak Dersim ve Türkiye’deki
    örgütlenmeyi de içeren merkezi bir örgütlenmenin, yurt dışı ayağının nasıl
    olması gerektiğidir.



    Bütün Dersimli Zazaları (Kırmancları)¹ kapsayan bir örgütlenmede yurt
    dışı veya Avrupa, genel merkezi örgütlenmenin bir ayağı olabilir ve
    olmalıdır. Böyle bir örgütlenme, Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu
    veya Konfederasyonundan tamamen ayrı ve bağımsız değil, tersine
    federasyonun bünyesinde olmalıdır. Evet, üstünde veya yanında değil,
    bizzat federasyonun bünyesi içinde olmalıdır. Bu nasıl olur? Farklı biçimler
    altında olabilir ama en uygunu federasyonun belirleyeceği/seçeceği
    delegeler veya onların oluşturacağı bir komite veya komisyon şeklinde
    olabilir. Her halükarda seçilen komite veya komisyon, Avrupa Dersim
    Dernekleri Federasyonuna karşı sorumlu olmalıdır.



    Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu veya Konfederasyonu’nun
    bünyesi dışında, onun üstünde veya ondan bağımsız bir örgütlenme
    gerekli midir?



    Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu veya Konfederasyonundan
    tamamen bağımsız ve ayrı bir örgütlenmenin doğru ve gerekli olduğunu
    düşünmüyorum. Böyle bir örgütlenmenin şartları yoktur.



    Geçmişte Serbestiye, Zaza Ulusal Platformu gibi bazı oluşumlar
    yaratılmak istendi. Ama bunlar yürümedi. Ayrıca kendini “parti” ilan etmiş
    grup ve çevreler vardır. Bugün de bazı kişi veya çevreler benzer
    örgütlenmelerden bahsediyorlar. Peki Dersim için gerekli olan örgütlenme
    hangisidir? Örneğin bir “Dersim partisi” olabilir mi ?




    Bir Dersim partisi gerekli ve mümkün müdür?



    Parti, genellikle sınıfsal bir karakter taşır. Oysa bizim bir sınıf hareketine
    değil, ulusal bir harekete ihtiyacımız vardır. Ulusal bir hareket, işbirlikçiliği
    red eden bütün sınf ve tabakaları kapsar, kapsamalıdır. Böyle bir
    hareketi yönlendiren örgütlenme, partilerden ziyade “konsey”
    veya “kongre” şeklindeki bir örgütlenme olmalıdır. Belki, özgün
    koşullarda bazen bu tip örgütlenmeler “ulusal parti” çatısı altında da
    olmuştur veya olabilir. Ama böyle bir örgütlenme aslında partilerden öte
    parti, grup ve çevreleri de kapsayan sınıf ve tabakaların ittifakına dayanan
    bir “cephe” örgütlenmesi şeklinde olmalıdır.



    Ulusal Konsey veya Ulusal Kongre



    Dersim için en iyi örgütlenme ifadesini, “ulusal konsey” veya “ulusal
    kongre” veya benzer şekillerdeki bir örgütlenmede bulabilir. Böyle
    bir “kongre” veya “konsey” bütün ulusal güçlerin ortak iradesini temsil
    eden demokratik bir yapılanma olmalıdır. Şüphesiz ki böyle bir
    örgütlenme, sadece yurtdışı ile sınırlı diaspora örgütlenmesi olamaz. Ama
    Kırmanc (Zaza) halkının, Dersim örgütlenmesinin yurtdışı yani diaspora ayağı olabilir.



    ¹. Benim düşündüğüm örgütlenme, Dersim’e özgü ve Zazaca
    (Kırmanciki) konuşanları kapsayan bir örgütlenmedir. Kırdaşça (Kırdaşki)
    konuşan, Dersim-Alevi inancına mensup Kurmanc (Khurmanc) kesimin
    yani “Alevi Kürtlerin ayrı olarak örgütlenmesi gerekir diye düşünüyorum.
    Bunun üzerinde tartışılması gerekir. Daha önceki bir yazımda, Sünni
    inanca mensup Zazalarla (Dımılilerle) ortak bir örgütlenmenin şartları
    olmadığını işlemiştim. (Bkz. Zazalar, Kırmanclar, Dımıliler ve Aydınlarımız
    Zaza Forum: http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23578.htm).




    .........................................................................................................0..........................................................................................................



    ll. Bölüm



    Dersim Örgütlenmesi ve Dersim’e Özgü Kurumlar



    Derrsim’in ihtiyacı olan kurumlar nelerdir?




    Bugüne kadar Dersim, hep kendisinden olmayan veya kendi kimliğine
    yabancı güçler tarafından idare edilmiştir. Bu, Dersim’in en büyük
    talihsizliklerinden biridir. Bunu değiştirmek gerekiyor. Dersimliler, kendi
    kendilerini yönetebilirler mi? Dersimi, Dersimliler’in idare edeceği bir
    yönetim mümkün müdür? Benzeri soruları çoğaltmak mümkün. Bu
    sorular ve sorunlar, son yıllarda Dersimli aydın ve yurtsever çevreler
    tarafından tartışılmakta ve cevapları aranmaktadır.



    Bugün Dersim, Dersimli olmayan veya Dersim’e yabancı güçlerin idaresi
    altındadır. Mevcut idareyi bütünü ile ortadan kaldırmak mümkün
    olmadığına göre, bu idarenin boşluklarından yararlanarak gerekli
    kurumları oluşturmak ve mevcut bazı kurumlardan yararlanarak onları
    Dersim toplumunun hizmetine sokmak gerekiyor.



    Mevcut kurumlardan nasıl yararlanılabilinir veya bu kurumlar Dersim
    toplumunun hizmetine nasıl sokulabilir?



    İsterseniz önce yararlanılabilir kurumların ne olduğuna bakalım.



    Yararlanılabilir kurumların başında yerel yönetimler (belediyeler)
    gelmektedir. Yerel yönetimler, mevcut koşullarda yerel halka hizmet
    verebilecek en önemli kuruluşlardır. Halk ile bütünleşmenin, kaynaşmanın
    en önemli araçlarıdırlar. Aslında sadece bugün değil, geçmişte de
    bunlardan yararlanmak mümkündü. Ama koşulların bugün daha da
    elverişli olduğu söylenebilir.


    Başta belediyeler olmak üzere yerel yönetimlerde çalışmanın ve bu
    kurumları Dersim halkının hizmetine sokmanın siyasetini oluşturmak
    gerekiyor.


    Dersim ve Dersimlilere ait özgün örgütlenme kurumlarını yaratmak
    gerekiyor. Dilimizi ve kültürümüzü yaşatacak ve geliştirecek kurumları
    yaratmak gerekiyor. Bu nasıl olacak? Bunun pek kolay olmayacağı açık.
    Ama bunu başarmak zorundayız. Bunun yol ve yordamını bulmak zorundayız.




    .........................................................................................................0..........................................................................................................



    lll. Bölüm



    Türkiye’de Dersim Örgütlenmesi



    Dersimlilerin büyük bir kesiminin Dersim dışında, başta İstanbul olmak
    üzere Türkiye’nin bir çok kentinde yaşadığı biliniyor. Yıllar öncesine dayanan
    bu göç ve sürgünün neticesinde, Dersimlilerin büyük bir kesimi asimile
    olmuştur. Ancak son yıllarda başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin bir
    çok kentinde Dersimliler derneklerini kurdular ve Tınceli Dernekleri
    Federasyonu (TUDEF) çatısı altında birleştiler.




    Siyasal ve ekonomik şartlar göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’de
    örgütlenmenin, ulusal ve kültürel varlığını sürdürmenin oldukça zor olduğu
    anlaşılır bir şeydir. Ancak en büyük sorunun ulusal bilinçten yoksunluk
    veya en iyimser ifadeyle zayıflık olduğunu söyleyebiliriz. Dersimliler,
    bunu aşmak zorundadırlar. Kendi kimliklerini ve dillerini açık ve net
    olarak tanımlamak zorundadırlar. Tunceliliği reddedip Dersim kimliğini,
    Dersim ve Zaza (Kırmanc) adını açıkça telaffuz etmelidirler. En başta
    derneklerinin ve federasyonun adını değiştirerek, Tunceli adını atmalı ve
    yerine Dersim adını koymalıdırlar. Bu konuda hukuki olarak Dersim adı
    tesçil edilmişken, Tuncelilikte ısrar etmenin yanlışını kavramak gerekiyor.




    Her şeyden önce de, Dersim için çalışmanın, Dersim’in ve
    Dersimlilerin ihtiyacı olan çalışmaları yapmanın gereğini kavramak
    gerekiyor. Dersim kimliğinin, Dersim dili ve kültürünün yaşaması
    ve gelişmesi için çalışmanın önemini kavramak ve gereklerini yapmak
    gerekiyor. Dersim Dernekleri bünyasindeki Dersimliler, Türkiye’de
    bulundukları her yerde gerekli örgütlenmelere gitmek zorundadırlar.
    Gerekli projeleri hazırlayarak hayata geçirmelidirler.




    Bugün artık dilimiz yasak değildir. Ama ne Dersim’de ve ne de
    Dersim dışında dilimizin yaşatılması ve geliştirilmesi için gerekli
    çalışmalar yapılmıyor. Bu bizim sorunumuzdur. Eğer biz dilimize ve
    kültürümüze sahip çıkmazsak, kim sahip çıkacak? Dersimliler, artık
    kendileri için çalışmanın bilincine varmalıdırlar. Dersim potansiyelini
    başka güçlerin hizmetine sunmaktan vaz geçmelidirler.



    Dersim ve Türkiye’deki örgütlenmelere, tabiidir ki oralarda yaşayan
    insanlar karar verecektir, vermelidirler. Burada bizim söylediğimiz,
    söyleyeceğimiz şeyler tavsiye olmaktan öteye geçemeyecektir. Kimsenin
    yurt dışında oturarak Dersim ve Türkiye’deki örgütlenmeler konusunda
    ahkam kesmesine, plan ve programlar çizmesine hakkı yoktur. Aynı
    şekilde Türkiye’deki örgütlenmenin yani TUDEF’in de, Dersim
    örgütlenmesine müdahale etmesine, Dersimdeki çalışma ve örgütlemeleri
    organize etmesine kalkışması da kabul edilir değildir. Gerek Türkiye’deki
    Dersim örgütlenmeleri ve gerekse yurt dışı örgütlenmeleri, Dersim’e her
    türlü desteği sunabilirler ama dışardan Dersim’i yönetmek ve
    yönlendirmek sevdasından da vaz geçmelidirler. Dersim’i yönetmek ve
    yönlendirmek iddiasında olanların, Dersim’de yaşaması şarttır.




    21 Ekim 2006


    M. Hayaloğlu


    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23720.htm

    http://dersimzaza.blogcu.com/Dersim+Kurumlari/

    http://www.dersimsite.org/kurumlar.html




    Re: DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR

    dersim -

    DİASPORADAKİ DERSİM AYDINLARI NE YAPIYOR?

    DİASPORADAKİ DERSİM AYDINLARI NE YAPIYOR?







    Dersim-Zaza Ulusal Demokratik Hareket’nin örgütlenmesi üzerine uzun süredir düşünüyor ve yazmak istiyordum. Yaşanmış bir süreç vardı ve bunun değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.

    Biz Dersimli aydınlar asgari müştereklerde anlaşarak nasıl bir araya gelebiliriz veya gelebilir miyiz?

    İyimser düşünenler, bu soruya evet diye cevap verebilirler. Ancak, bazı tartışmalar ya da tartışma biçimleri bu kadar iyimser davranmayı güçleştirmektedir. Özellikle son tartışmalar, yaraya tuz basmak misali, olumsuz bir zemine ve gerginliğe neden oldu.

    Akla şu sorular gelmektedir:

    Acaba aydın, devrimci, sosyalist, vb sıfatlar kullanan bazı kişi ve çevreler gerçekte, birlik ve beraberlikten yana mıdırlar? Buna evet diyenler, kullandıkları dil ve sergiledikleri yaklaşımlarla buna zarar verdiklerinin farkındalar mı?

    Farklılıklarımız olsa bile, halkımızın, dilimiz ve kültürümüzün, ulusal varlığımızın tehdit altında olduğu böylesi zor bir dönemeçde neden beraber hareket etmiyoruz?

    Acaba, beraber çalışabilmek için yeterince çaba sarfediyor muyuz?

    Bu vb sorular çoğaltılabilir. Ancak, söylenmek istenenin anlaşıldığı kanısıyla uzatmadan geçiyorum.

    Bahaneler bulmak veya aramak yerine, birbirimizi doğrudan eleştirebiliyor muyuz? Aramızda böyle bir hukuk var mıdır? Aramızdaki samimiyet veya güvenin ölçüsü nedir?

    Ben, eleştiri yapmaktan kendimizi veya birbirimizi değerlendirmeyi anlıyorum. Almanca’da buna ‘kritisieren’ yani kritik (tenkit) yapmak diyorlar. Kritik yapmak, sadece karşı tarafı eleştirmek değil, daha da önemlisi söz konusu olan meselenin değerlendirilmesidir. Meselenin değerlendirilmesi demek ise, başka bir ifadeyle sorunun tahlil edilmesi demektir. Yani sorunun doğruluğunun veya yanlışlığının ortaya konulması demektir.

    Bu anlamda kritik yapmak gerekli ve yararlıdır. Tabii mesele, kritik yapmayı doğru ele almaktır. Eleştiri ve özeleştiriyi böyle anlamak ve kavramak gerekir. Peki biz ne yapıyoruz? Eleştiriyi nasıl ele alıyoruz veya kullanıyoruz? Karşı tarafın zayıf veya kendimizce yanlış diye tespit ettiğimiz bir noktasını yakalıyor veya hedef alıyor ve oradan bindiriyoruz. Tabii bu da bir yöntemdir. Ama bu, genel olarak dostlar arasında değil, düşmanlar arasında yani ‘biz’ ve ‘onlar’ arasında baş vurulan bir yoldur.

    Mevlena ilerici midir, gerici midir? Bunu tartışmak bile anlamsızdır.
    Eğer Mevlana ile ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorsak, konu ile ilgili bir çalışma yapılır, ne olup olmadığı ortaya konur. Sadece Mevlana da değil, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Şeyh Bedrettin, Kureyş (1) ve diğerleri de bilimsel analizlere değer. Ama koşullar öylesine zor ki, çoğu insan bunları inceleyemeden göçüp gitmektedir. Şahsen ben, Mevlana üzerine epey şey okumuş ve de epey şey duymuş olmama rağmen, O’nun bir tek eserini bile okuyabilmiş değilim. Buna ne gerek duydum ne de zaman ayırabildim. Ama bu Mevlana’nın çağının en büyük düşünürlerinden biri olduğu gerçeğini hiç bir şekilde değiştirmez. Bugün Mevlana düşüncesi uluslararası alanda tartışılıyor, inceleniyor, anlaşılmaya çalışılıyor. Keşke bizden de biri çıksa, O’nu bilimsel olarak inceleyip ortaya koysa ve biz de ne olduğunu tam olarak öğrenebilsek. O’nun da doğru ve yanlışlarının olduğu kesin. O’nun yanlışlarını, hatalı yanlarını eleştirmek mümkün olduğu gibi, güzel ve doğru yanlarına da atıfda bulunulabilir. Bunun yanlış veya kötü bir yanı yoktur. Bir şey, bir düşünce ne yalnızca iyi, ne de yalnızca kötü olmayabilir. Mesela şu sözler O’nundur:

    „Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer; bostanı, ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.”

    Bir kimse, Hacı Bektaş’a veya Mevlana’ya atıfta bulunduğu zaman gerici olmayacağı gibi, Baba İshak veya Şeyh Bedrettin’e atıfta bulunduğu zaman da ilerici olmaz. Her şeyden önce önemli olan sözün kim tarafından söylendiği değil, içeriğidir, anlamıdır. Fakat eğer aramızdaki hukuk eleştiri, özeleştiri için zemin sunmuyorsa, o zaman böyle şeylerle oyalanmak marifet sayılabilir!

    Devlet ricaline veya uluslararası etkili ve yetkili kurum ve kişilere gönderilen ‘Zazaları da Unutmayın’ başlıklı mektuplarda yanlış olan ne var? Ben bunlarda yanlış bir yan bulamadım. Ola ki eksik, hatalı veya yanlış olan bir yaklaşım söz konusudur. O zaman bunları açıkça eleştirmeliyiz, eleştirebilmeliyiz. Ama bunun arkasında başka bir niyet aramaya kalkışmak, abesle iştigal etmektir.

    ABD’nin Irak işgalini veya İsrail’in Filistin işgalini devrimci veya demokrat insanlar ne destekler, ne de haklı bulur. Bir Dersimli’nin buna sevinmesi veya alkışlaması akıl işi değildir. Ancak bu, Saddam rejimi ile ‘dayanışma’ da bulunmayı gerektirmez. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalleri, saldırganlığın en uç noktalarıdır. Bu yüzden küçük bir azınlık dışında, kimse bu işgalleri onaylamamıştır. Almanya, Fransa gibi büyük güçler bile işgale onay vermemiştir. Ancak, bazılarının yaptığı gibi, anti-amerikancı bir tavır geliştirmek adına Saddam’la veya Taliban’la dayanışmanın da bir anlamı yoktur. İnsanlarımzın Amerikancı olarak değerlendirilmesi, eleştirinin sınırlarını zorlayan ve kastini aşan bir suçlama olur.

    Aynı şekilde bugün ‘direnişçi’ diye lanse edilen Saddam artıklarının da desteklenecek hiç bir yanı yoktur. Bunların yapmaya çalıştığı şey, Saddamvari bir rejimin yeniden kurulmasıdır. Amerika’nın Irak’tan çekilmesini, bugünkü Irak yönetimi yerine daha demokratik ve halkların iradesini tam olarak yansıtacak bir yönetimin gelmesini savunmak, hiç bir şekilde çapulcu ve katil çetelerinin yaptıklarının haklılığı anlamına gelmez. Öte yandan bazen ezilen ve haklı olanlar da hata yapabiliyorlar. Mesela kendileri işgal altındaki bir halk olan Filistinliler, Halepçe katliamı karşısında susar veya Saddam’a destek verebiliyor. Veya ülkeleri ilhak, kendileri inkar edilmiş olan Kürtler, pekala Zazaların ya da Keldanilerin ayrı halklar olduklarını inkar edebiliyorlar. Böyle bir durumda Kürtlerin, Filistinlilerin veya Türk solunun eleştirilmesinde bir yanlış yoktur.

    Bölge sömürgeci güçleri ile bağımlılık temelinde ilişkiler geliştirmiş olan Kürt veya Filistinli örgütlerin hatalarının eleştirilmesi gayet doğaldır. I.Körfez savaşı sırasında, Güney Kürtleri Saddam tarafından imha edilirken, bölgede üstlenmiş olan PKK kılını bile kıpırdatmamıştır.
    Kürt halkının Saddam tarafından kırıldığı bir sırada, Saddam’ın anti-emperyalist diye alkışlanması ve Kürtler’in işbirlikçi diye yerilmesi, insanlığın yüz karasıdır.

    Dersim’de Savaşa Hayır yaklaşımına gelince

    Dersim’de savaşı savunanlar kimlerdir? Kimin adına savaşıyorlar?

    Dersim’de savaştan çıkarı olanlar kimlerdir? Aslında biz mütevazi davrandığımız için, sorunu Dersim ile sınırlı tutuyoruz. Pekala Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye’de savaştan çıkarı olanlar kimlerdir diye de sorabiliriz. Türk ve Kürt halklarının kendi geleceklerini, kendilerinin belirlemelerine saygılıyız. Ama halkların iradesini yansıtmayan bir takım çete artıklarının, elverişli koşullar var diye Dersim’i üst edinmeleri ve halkımızın kaderiyle oynamalarına gönlümüz razı olmamaktadır. Gitsinler önce kendi halkları olan Türkleri ve Kürtleri kurtarsınlar.

    Belirtmek gerekir ki, söz konusu olan savaş da, gerçek bir savaş olmaktan öte, bir takım çatışmalar ve gerginliklerle baskılara zemin hazırlayan, bu anlamda tek yanlı yürüyen ve devletin veya içindeki savaş yanlılarının işine
    yarayan bir savaştır. Türk genel kurmayı, bu çatışmaları ‘düşük yoğunluklu savaş’ olarak nitelemişti.

    Dersim’de, Kürdistan’da ve Türkiye’de savaştan çıkarı olanlar, rant peşinde koşanlardır, kelle avcılarıdır, koruculardır, korucubaşlarıdır. Yüz binden fazla korucu, savaşın nimetlerinden yararlanıyor, aylık alıyor, sosyal güvenceler ediniyor. Boşalmış, boşaltılmış arazilere, yayla ve köylere bedevadan konuyorlar, hayatlarında hiç bir zaman elde edemeyecekleri zenginlikleri, mükafat olarak alıyorlar. Kuzey-doğu Dersim’e küçümsenmeyecek sayıda Sünni Kürt nüfus yerleşmiş veya yerleştirilmiştir. Gidişat, bu yerleşmelerin iç Dersim’e doğru yayılacağı yönündedir. Çünkü, köyler boşalmış, insanlar kendi arazilerine, evlerine, köylerine sahip çıkamıyorlar. Birincisi, göçüp gittikleri için darmadağan olmuşlardır, imkanları yetmemektedir. İkincisi de engellenmektedirler. Köye dönüş, teşvik, vs pratikte bir aldatmacadan öte gitmemektedir. İnsanlar, topraklarında değil, gösterilen belirli noktalarda toplanmaya zorlanıyor. Arazinin olmadığı, hayvan besleyemediği, sanayiden yoksun bir yerde ‘toplu köyler’ yaşar mı? Dersim’de yaşanan süreç, Ermeni kırımıdan sonra bölgede yaşanan sürece büyük oranda benzemektedir. Durum bu kadar vahim ve ciddidir, (2).

    Bölgede görev yapanlara ‘olağanüstü tazminat’ ödendiği bilinmiyor olamaz. Bu, ikramiyeden öte, piyango gibi bir şey. Bölgede görev yapanlar, bir kaç yıl içinde zengin olup çıkıyor? Acaba bunun sırrı nerede? Köye dönüş projesi çerçevesinde, bölge için ayrılan paranın askeri harcamalar, bilgisayar, vb kişisel amaçlar için kullanıldığı daha yeni ortaya çıkmadı mı? Yeşiller, Bozalar, Alaatin Kanatlar böyle bir ortamda ortaya çıkmadı mı? A.Çatlı, H.Kocabaş, S.Bucak, İ.Şahin, K.Eken’ler, bu ortamın aktörleri değil mi? Çatışma bölgelerinde her şey bunlardan sorulmuyor muydu? Her bölgede birer ‘savaş ağası’ türememiş miydi?

    Bunlar, aysbergin görünen yüzüdür. Ya görünmeyenler, ya bilinmeyenler. Ayrıca da devletin kendisi bu ortamı neden tercih etmesin ki? Bir taşla bir kaç kuşu vurmak, tam da buna denir. Türk ordusu, bu çatışmalarda büyük tecrübeler edinerek, dünyanın en deneyimli ordularından biri haline geldi. Kedinin fareyle oynaması misali, tatbikatlar, operasyonlar düzenledi, düzenleniyor. Üç, beş ya da beş on kişilik silahlı gruplar, karadan ve havadan tespit edilerek çevriliyor, çatışmaya zorlanarak imha ediliyor. Yetmezse kimyasal gazlar kullanılıyor, bombalanıyor. Köyler, ekinler, ormanlar yakılıyor, hayvanlar telef edilerek katliamlar gerçekleştiriliyor. Böyle bir ‘savaşı’ devlet neden tercih etmesin ki?

    Barajlarla Dersim’in sular altında bırakılması, bu ‘insansızlaştırma’ politikasının, başka bir deyişle Dersim’den, Dersimlilerden kurtulma stratejisinin ta kendisidir. Özal’ın Demirel’e tavsiyesi biliniyor: Dersim’i suların altında bırakın ve kurtulun. Bugün gerçekleşenler, dünün devamıdır. Bu politikaların hepsi aynı amaca hizmet etmaktedir. Asimilasyon, insansızlaştırma, yetmezse sular altında bırakarak yok etme.

    Çatışmalar, insansızlaştırma politikasına bir davetiyedir.

    Dersim’de son yıllarda olanları şöyle kısaca özetleyelim. Binlerce gencimiz, yetenekli insanımız katledildi. On binlercesi cezaevlerine tıkıldı, sakat bırakıldı. Köylerimizin büyük bir kesimi yakıldı, yıkıldı veya boşaltıldı. İnsanlarımızın ezici bir kesimi, ya sürüldü veya terketmek zorunda bırakıldı. Hiç bir ekonomik gelişme olmadığı gibi, yoksullaşma had safhaya ulaştı? Peki, bütün bunların sorumlusu kimdir veya kimlerdir? Bütün bunların ‘tek’ sorumlusunun devlet olduğunu söylemek, gerçekçi bir değerlendirme olmaz, olamaz.

    Türkiye’yi yönetenler, Türk devleti, şüphesiz ki bütün gelişmelerin esas sorumlusudur. Bu kesin bir olgudur. Ama esas demek, bütünüyle demek değildir. Ben, küçük de olsa biz Dersimliler’in bu gelişmelerde payımız olduğu kanısındayım. Tabii küçük demek, önemsiz demek anlamına gelmemeli. Küçük ama önemli bir payımız, yani hatamız vardır. Dersim’de gerçekleştirilen silahlı eylemler veya saldırılar, Devlet’in Dersim’de gerçekleştirdiklerine zemin sunmuştur. Bu, Dersimliler’in haksız, devletin haklı olduğu anlamına gelmez. Ama haklı olmak, yapılan şeyi hata veya yanlış olmaktan çıkarmaz.

    Dersim’de karakollara, askeri güçlere ve hedeflere saldırmanın bir yararı görülmüş müdür? Tersine Devlet, bunları daha da sağlamlaştırmış, güçlendirmiş ve stratejik noktalara çekmiştir. Peki ölen insanlarımızın, yakılan ve boşaltılan köylerimizin Dersim’e bir yararı olmuştur? Hayır. O zaman silahlı mücadeleyi, şiddeti veya savaşı kutsamanın anlamı nedir?

    İlke olarak hiç bir mücadele biçimi rededilmez. Hangi mücadele biçiminin seçileceğine, somut şartların somut tahlili sonucunda karar verilir. Savaş, şiddete dayanan mücadelenin en üst biçimidir ama tek biçimi değildir. Savaşın hedefi yenmektir, yok etmektir ama yok olmak değildir. Eğer tutulan yol, yenilgiden de öte yok olmaya götürüyorsa, bir an önce o yoldan vaz geçmek gerekir.

    İster Türk/Türkiye solu açısından, ister Kürt/Kürdistan solu açısından mesele, sadece içsel bir sorun olarak değerlendirilebilinir mi? Bu, aşırı iyimser bir yaklaşım olur. Her ne kadar Türk ve Kürt solunu Dersim’e taşıyanlar, yine Dersimliler ise de, Dersimlilerin buradaki rolü, taşeronluktan öteye gitmemektedir. Türk ve Kürt ideolojisi ve onların savaş stratejileri Dersim’e tamamen yabancıdır. Onlar, Dersimi ve Dersimlileri, sadece ve sadece bir cephe gerisi, konakladıkları veya barındıkları lojistik bir üs olarak görmüşlerdir.

    Dersimlilerin, mücadele içindeki rolünü, Türk ve Kürt solu ile ilişkilerini, doğru sorgulamak ve yerli yerine oturtmak gerekiyor. Devrimci veya sosyalist adıyla Dersim’e gelen ideoloji, Dersim ve Dersimlilerin ideolojisi değil, tamamen ithal olan bir ideolojidir. Aslında bu Türkiye ve Kürdistan için de geçerlidir. Feodal, yarı-feodal ilişkilerin yaşandığı, demokrasi kültürünün hiç yaşanmadığı bir alanda, sosyalist veya devrimci ideoloji, ne kadar mükemmel olursa olsun yabancı kalacaktır. Nitekim, öyle de olmuştur.

    Kitaplardan öğrenilen bir halk savaşı teorisi, Dersim’de uygulanmak istenmiştir. Türk solunun şiddeti savunan marjinal örgütleri, Türkiye yerine Dersim’i uygulama alanı seçmiştir. Kürt solu da, bu elverişli sahayı kullanmayı ihmal etmemiş, özellikle ‘90’lı yıllarda yoğunlaşarak bir taraftan kendisi darbe vururken, öte yandan devletin gazabını çekmesine davetiye çıkarmıştır. Eğer yanılmıyorsam Tunceli –(ve belki de çevresiyle beraber)- yıllarca gıda ambargosunun uygulandığı tek alan olmuştur.

    Dersimliler, hem Türk ve Kürt solunun ve hem de onların Dersim’e yabancı miliyetçi ve inkarcı ideolojilerinin taşınmasına alet olmuşlardır. Ayrıca onlar, yani Dersimli sol unsarlar, bu yanlış ideolojilerin etkisiyle bizzat kendileri, kendi halkına ve kültürüne yabancılaşmış ve sonuç olarak da büyük zararlar vermişlerdir. Bunlar, ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampayasının bir aleti, sol versiyonu olmuştur. Bugüne kadar bunların, Dersimlilerin diliyle bir çalışması görülmemiştir. Üstelik, Dersim’in dili ve kültürü ile ilgili çalışma yapanların, bölücü ve milliyetçi, dahası devletin maşaları olarak suçlanmaları da Türk ve Kürt solunun son marifetleri olarak tarihe geçmektedir.

    Türkiye ve Kürdistan solunun, Dersim’e verdiği zararlar çok ağırdır. Bunları, bu gün çok daha net olarak görebiliyoruz. Köylerimizin harabeye dönmesinde, insanlarımızın kitlesel olarak ve toptan kaçmasında, genç yeteneklerimizin imha edilmesinde bunların rolü vardır. Çok genel bir yaklaşımla, devletin rolü birinci derecede ve esas ise, Türk ve Kürt solunun rolü de, ikinci derecede ve tali bir rol olarak değerlendirilebilir. Bunların daha net orantıları, yapılacak çalışmalarla açıklığa kavuşturulabilir. Hata ve yanlış yapmakda, iyi niyetin fazlaca bir değeri yoktur. Yani, devletin niyeti ve yaptıklarıyla, sol grupların niyeti ve yaptıklarının aynı kefeye konulamayacağı şeklinde bir itiraz öne sürülebilir. Ama bu iyi niyetle de olsa, yapılan yanlışları hata olmaktan çıkaramaz. Türk ve Kürt solunun Dersim’e verdiği zararları, genel olarak değerlendirdiğim için bir ayrım yapmadım. Ama yapılacak daha ayrıntılı bir çalışmayla, bu zararlar daha net olarak da ortaya konulabilir. Ayrıca, yapılan yanlışlar sadece iyi niyetli hatalar olarak da değerlendirilemez. Çünkü bunlar yıllara ve tekrara dayanan bir zihniyete tekabül etmektedir. Kronikleşmiş ve bir hastalık derecesine ulaşmış yaklaşımlar, basit hatalar ve bir iyi niyet olarak değerlendirilemez. Bunların ayrıntılarına bu yazıda girmeyeceğim.

    Türk/Türkiye solu ile Kürt/Kürdistan solunun Dersim’e bir yararı olmuş mudur?

    Türk ve Kürt solunun Dersim’ e her hangi bir yararı olduğu konusunda şüpheliyim. Ellili, altmışlı yıllarda okuma yazma oranının yükselmesi, metropollere ve yurt dışına gidişler, zaten belli bir aydınlaşma yaratmıştı. Eğer süreç normal koşullar altında yürüseydi, Dersim’deki değişim ve dönüşümler, nispeten sancısız gerçekleşebilirdi. Bu süreç, feodal ilişkilerin ve feodal toplumsal yapının çözüldüğü ve kapitalist ilişkilerin geliştiği doğal bir sürec olarak değerlendirilebilir. Ama seksenli yıllarda girilen süreç, doksanlı yıllarda doruğa ulaştı ve bu doğal süreci rayından çıkarttı. Bu durumu, bir örnekle şöyle izah etmek mümkün. Doğanın, yağışa ihtiyacı var. Normal yağan yağmur doğayı besler ve geliştirir. Ama dozajın aniden yühseldiği bir durumda yağış, yarar yerine zarar verebilmektedir. Aşırı bir yağmur veya dolu sonucunda oluşan bir fırtına veya sel, pekala bir felakete neden olabilmektedir. İşte Dersim seksenli ve doksanlı yıllarda böyle bir toplumsal felaketi yaşadı ve bugün hala bunun acılarını yaşamaktadır. Bu anlamda solun, Dersim’e olası cılız katkıları, işlediği hataların yanında sözü edilemeyecek kadar zayıf kalmıştır. Dersimli unsurların, bu hatalar içindeki rolleri küçümsenmeyecek kadar büyüktür. Çünkü bunlar, sadece teorik olarak Türk ve Kürt solunun bölgedeki temsilcileri olarak değil, aynı zaman da pratik uygulayıcıları olarak da sorumludurlar. Bu anlamda solun Dersim’e verdiği zararlar bazında Dersimlilrin hataları ve sorumlulukları iki kat daha ağır olarak değerlendirilebilir.

    Dersim’deki mücadelenin biçimine, Dersim halkının iradesi karar verebilir.
    Dersim ve Dersimliler adına, Dersim’i temsil etmeyenlerin alacağı kararlar meşru değildir. Bugün, genel olarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ve özel olarak da Dersim’de geçerli olan mücadele biçimi barışçıl ve demokratik bir mücadele olabilir. Nasıl ki, Türkiye ve K.Kürdistan halkının, kendi geleceklerine kendilerinin karar verme hakkı varsa, Dersim halkının da kendi geleceğini kendisinin belirleme hakkı vardır(3).

    Buraya kadar olan değerlendirmeler, genel olarak ‘sol’ yaklaşımlara karşı yapılmış irdelenmelerdi. Bir de ‘sağ’dan yapılan yaklaşımlar vardır. Bunların üzerinde de kısaca durmak da yarar vardır.

    Sosyalist sistemin çökmesi, sosyalizmin yanlış ve haksız olduğu anlamına gelir mi? Bence, hayır. Olan şey, izlenmiş olan yanlış politikalarda yatmaktadır. Bence hala sosyalizm geleceğimizin umudur ve haklıdır. İnsanlık, eninde sonunda demokratik, özgür, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya yaratacaktır. Bu tarihin durdurulamaz akışıdır. Mesele yapılmış hatalardan dersler çıkarmak ve doğru yol ve yöntemleri bulmak ve kullanmaktır.

    Bugün, Dersim açısından sorun nedir? Dersim’in özgün koşullarını doğru tahlil etmek ve uygun mücadele biçimlerini seçmektir. Bence, Dersim’de bugün için en uygun mücadele biçimi, demokratik ve barışçıl bir mücadele olmalıdır. Bunun için demokrat, yurtsever gibi özelliklere sahip çıkmak yeterlidir. Bu mücadeleyi yürütmek için devrimci, sosyalist, komünist olmak gerekmiyor, (4). Ancak, ideolojik olarak devrimci veya sosyalist olmak zararlı değil tersine yararlıdır. Bugün devrimci veya sosyalist bir insanın Dersim’de yapması gereken çalışma da bu demokratik çalışma olmalıdır.

    Sosyalistlerin hata yapmış olmasından ötürü, sosyalist sistemin çökmesi, sosyalizmin yanlışlığının değil, yanlış ele alındığının işaretidir. Bu çok basit bir örnekle izah edebiliriz. Uygun koşullara sahip olmayan bir bina inşa ediyorsunuz ve bu bina zamanla yıkılıyor. İllede depremle yıkılması da şart değil. Zaman aşımı içinde, gerek malzemesinin eskimesi ve gerekse dış etkilerle bina yıkılabiliyor. O halde olması gereken şey, sadece sağlam bir bina inşa etmek değil, aynı zamanda sürekli yenilenebilen, değişebilen ve sağlamlaştırılabilen bir yapı yapmaktır. Kapitalizm hala kendini yenileyebildiği için ayakta durabilmektedir. Ama nereye kadar?

    Sosyalist sistem çöktü diye, kapitalizmin kutsanması gerekmiyor. Aynı şekilde sosyalizm adına yapılmış bazı hatalar vardır. Marks, Engels, Lenin sosyalist teorinin kurucularıdır. Lenin, Stalin, Mao, Enver Hoca aynı zamanda uygulayıcılarıdır. Bunlar birer semboldür, aslında sayı bunlarla sınırlandırılamaz. Ama ister kurucu olsunlar ve ister uygulayıcı veya hem kurucu ve hem de uygulayıcı olsunlar, nihayet bunlar da insandır ve hata yapmışlardır. Bunların hiç biri ‘hata yapılamaz’ dememişlerdir. Marks’ın teorisinin üzerinden yüzelli yıl, Ekim devriminin üzerinden ise neredeyse doksan yıl geçmiştir. Yapılması gereken şey marksist teori ve pratiği sürekli geliştirmektir. Zaten onlar da bunu söylemişlerdir. Bugün iki kitap okuyarak, Marks’ı ‘palavracı’ ve diyalektik materyalizmi geçersiz ilan edenlerin, sarfettikleri ‘boş sözler’ olmaktan öteye gidemez.

    Stalin, Mao, Enver Hoca önemli hatalar işlemiş, bunların kurdukları rejimler ölümlerinden hemen sonra yıkılmışlardır. Bu hataları ortaya koymak, tahlil etmek, eleştirmek doğrudur. Özellikle Stalin’in muhalefete karşı yaklaşımı, demokratik yöntem yerine diktatörlüğü geçirmesi, sosyalist sistemde ve sosyalist gelenekte onarılmaz tahribatlar yaratmıştır. Ama Stalin’in Hitler ile aynı kefeye konulması kabul edilemez bir yaklaşmdır. Bu yaklaşım, burjuva ideologlarının jargonudur ve kapitalizmin sürdürülmesini vaaz etmektedir. Ama emekçi sınıfların bunda bir çıkarı yoktur.

    Türkiye ve Kürdistan solunun yapmış olduğu hatalardan ötürü, faturanın sosyalizme ve devrime kesilmesi kabul edilemez bir yaklaşımdır. Yukarıda işlediğim gibi, eğer devrimci veya sosyalist teori kavranılmadan uygulanmaya konulmuşsa, bu zaten sosyalist veya devrimci bir yaklaşım değil, bir sapmadır. Sapma olan şey sahtedir, gerçek değildir. Melem ağacı, aşılanırsa kiraza dönüşür. Ama tutmazsa, kökünden çıkan filizler kiraz olmaz, melem olur. Melem ise, kiraz değildir, sahtedir, piçtir, yabanidir. Dersimlilere ‘devrimci’ veya ‘sosyalist’ olmayın diye çağrıda bulunanlar,
    burjuva ideolojisini kutsuyor ve kapitalist köleliği öneriyor.

    Şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Çünkü çok uzadı. Niyetim sağ ve sol sapma içinde olan yaklaşımları kısaca özetlemek ve beraber çalışabilmenin ilkelerini ortaya koymaktı. Bütün bunlardan sonra özet olarak şunu önerebilirim.

    Baylar! Bizim fazla lükse ihtiyacımız yok. Aklımızı başımıza toplayalım ve dilimiz, kültürümüz, kimliğimiz yok olmadan hep beraber bir şey yapalım.

    Saygılarımla.

    (1). Kureyş’in (Khures) Seyit Mahmut Hayrani ile bir ilgisi yoktur. Seyit Mahmut Hayrani, tarihsel yani gerçek bir kişiliktir. Yaşamı biliniyor. Khures ise, tarihsel bir kişilikten öte, mitolojik bir kişiliktir. Khures’in Seyit Mahmud-i Hayrani olduğu iddiası, sadece bir yakıştırmadır.

    (2) 2004 yılında Dersim’i baştan başa dolaştım. Bu yazdıklarım, bölgedeki gözlemlerime dayanmaktadır.

    (3) Kürt halkı, eninde sonunda kendi meşru temsilcileri vasıtıyla kendi gelecegini belirleyecektir. PKK’nin Kürt halkına dayattığı savaş, Kürt halkının iradesini yansıtmamaktadır. PKK’nın buğün yapması gereken şey, ‘silahları bırakarak kendini feshetmesi ve Kürt halkının iradesine saygı göstermesidir.

    (4). PSD, adındaki ‘sosyalist’ terimini ‘serbestiye’ (özgürlük) terimiyle değiştirdi. Bunun tahlil edilmesi lazım. Yani mesele, basit bir değişiklik şeklinde ele alınmaması gerekir.


    31. Mayis 2005

    M. Hayaloğlu


    http://www.dersimsite.org/diasporadersim.html




    Re: DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR

    dersim -

    Zazalar, Kırmanclar, Dımıliler ve Aydınlarımız


    Zazalar, Kırmanclar, Dımıliler ve Aydınlarımız




    Dersimlilerin Kırmanc dediği ama uluslararası alanda Zaza olarak bilinen halkın geçmişi hakkında çok fazla bilgiye sahip değiliz. Ancak, bu halkın bugün de hala yoğun olarak yaşadığı coğrafyada, sonraları Alevilik ve Sünnilik şeklinde somutlaşan kesimler arasında büyük bir kapışma ve mücadele yaşanmıştır. Bu bir ölüm-kalım, var olma-yok olma savaşıdır. Geçmişi daha önceki dönemlere dayanan bu çatışma ve mücadeleler, Babai İsyanları ile en üst boyutlara ulaşmış, sonra Celali direnişleri şeklinde yüz yıllarca devam etmiş ve nihayet 16. yüzyılda Şah İsmail-Yavuz Sultan Selim kapışmasıyla, 1514’de Çaldıran’da Alevilerin genilgisi ve hezimeti ile sonuçlanmıştır.



    Bu mücadele ve çatışmalar, on yıllara ve giderek yüzyıllara dayanmıştır. Kırmanc/Zaza olarak bilinen halk ayrımları, bu dönemde ortaya çıkmış ve farklılıklar giderek büyüyerek bugüne ulaşmıştır. Bu dönemi incelemek ve olanları gün ışığına çıkarmak, ayrı bir incelemenin ve tartışmanın konusudur. Ama gerçek şudur ki, Alevi-Sünni çatışması sonucunda şekillenen bölünme açısından bu dönem, bir dönüm noktasıdır. Bu dönemde sadece Zaza olarak bilinen halk bölünmemiş, diğer halklar da bölünmüş ve ayrışmışlardır. Mesela Kürtler, Türki kökenli Türkler ve Türkmenler, ve diğerleri. Belki de daha öncesine dayanan bölünme ve ayrışmaların, kesin bir sonuca uluştığını ve Sünni olarak da bilinen Müslüman kesimin zaferiyle sonuçlandığını söylemek daha doğru olacaktır. Sonuç da Alevi-Sünni ayrımı, Türk/Türkmen, Kürt/Kırdaş ve Zaza/Kırmanc şeklinde somutlanmış ve sonuçlanmıştır.



    Zaza/Kırmanc adlarının ayrışmasının temellerinin bu döneme dayandığı kanısındayım. Bu adların etimolojik ve bilimsel analizlerinin yapılması ayrıca yapılabilir. Ama bir gerçeklik vardır ki, bu adlar, ister benim belirttiğim şekilde, Kırmanc/Zaza şeklinde olsun, ister halkın kendi adlandırmaları ile Kırmanc/Dımili şeklinde olsun ve isterse Alevi-Müslüman şeklinde olsun, net ve ayrı bir kimliği ifade ediyorlar. Yani Dımililer (Dımıliler) ve Kırmanclar, her ikisi de aynı etnik kökene dayansalar ve Zaza olarak da adlandırılsalar veya nitelenseler , iki ayrı halk, iki ayrı kültürel toplulukturlar. Bu sadece Zazalara özgü bir durum da değildir. Bugün Hırvat ve Sırp, Kuzey Irlanda’da Katolik ve Protestan kesimleri, Kosovalılar ile Arnavutluk Arnavutları, vs gibi aynı kökene (etnisite) ve aynı dile sahip halklar, pekala ayrı halklar ve hatta ayrı uluslar olarak şekillenebilmişlerdir.



    Zazalar olarak kabul edilen Kırmanclar ve Dımililer, uluslaşma sürecini henüz tümüyle tamamlayamamış ve tamamlayıp tamamlayamayacakları şüpheli olmasına rağmen, ortak dil dışında, temel ortak özelliklere sahip değillerdir. Uluslaşmak için dil birliği şarttır ama dil tek başına ulusu belirleyen kıstas veya özellik değildir. Bugün Almanlar ile Avusturya ve İsviçre’de Almanca dili konuşanlar, aynı dili, üstelik standart olarak yüksek Almanca’yı (Hoch Deutsch) resmi anadil olarak konuşmalarına rağmen, tek bir ulus teşkil etmezler, tersine ayrı ayrı halklar ve uluslardır.



    Zazalar’ın, Kırmanclar ve Dımililer olarak ortak bir dil olan Zazaca’yı konuşmaları, tek bir ulus olmaları için yeterli sebep değildir. Kaldı ki, son altı yüzyıldır ayrı olan bu halkların konuştukları Kırmanciki ve Dımiliki dilleri arasında da oldukça farklar vardır. Bazı dezavantajlarla beraber değerlendirildiğinde, anlaşma güçlüklükleri yaşandığıdığı da bilinen bir gerçektir. Bu halklar otantik olarak da kendilerini Kırmanc ve Dımili ve dillerini de Kırmanciki/Kırmancki ve Dımilki/Dımiliki olarak nitelediriyorlar.



    Altı yüzyıllık ayrı bir tarih söz konusudur. Altı yüzyıldır ortak bir tarih yaşanmamıştır. Altı yüzyıldır ortak bir kültür ve ortak bir ruhi şekillenme yoktur. Ya da diğer bir değişle altı yüzyıldır, ayrı bir tarih, ayrı bir kültür, ayrı bir ruhi şekillenme yaşanmıştır. Altı yüzyıl ayrı yaşayan halkların, farklılaşmamaları, değişmemeleri doğanın yasalarına aykırıdır. Kaldı ki, bu ayrı yaşama zoraki bir ayrı yaşama olarak da değerlendirilemez. Her ne kadar dış etkenler hesaba katılsa da, esas olarak kendi iradeleriyle bu yaşam tarzlarını benimsediklerini söyleyebiliriz. Nedir bu benimsenen yaşam tarzı ya da felsefe? Bu tamamen bugünkü deyimlerle Alevilik-Sünnilik şeklinde ifade edilen dindir. Evet, din, bu halkların bölünmesinde ve ayrı halklar olarak şekillenmesinde esas ve belirleyici rol oynamıştır.



    Dinin, tek başına bir halkın uluslaşmasında belirleyici bir kıstas olduğu kanısında değilim. Aynı dine sahip ayrı ulusların olduğu, olabileceği bilinen bir olgudur. Aynı şekilde ayrı dinlere sahip olan tek bir ulus da olabilir. Daha doğrusu bu sonuncusu, zordur ama imkansız değildir. Kırmanclar ve Dımililer açısından durum, iki ayrı dine sahip olmalarıdır. Bu aynı dinin mezhepleri olarak nitelendirilse de, sonuç değişmez. Tek bir ulus ya da tek bir kültürel-etniksel topluluk olarak hareket edebilmek için, gönüllü bir birliktelik şarttır. Bölgemizde Araplar’dan başlayan ve sonra Türkler’de ve Kürtler’de süren dinsel bölünme, Zazaca konuşan etnik kökenli halka da yansımıştır. Bölünme, belirsiz ve toleranslı değil, keskin ve kesindir. Bu iki inanca mensup kesimler birbirini boğazlamış ve düşman kamplara ayrılmışlardır. Sonuç genelde Sünnilerin lehine ve Alevi olanların aleyhine olmuştur.



    Bu olguya gözlerimizi kapayamayız. Bu olguyu yok sayamayız, görmezlikten gelemeyiz. Bunu kabul etmek zorundayız. Mesele bu şekilde ortaya konduktan sonra, çözüm yolları kalmaktadır. Ayrı halklar olmak, düşman olmayı gerektirmez. Tersine karşılıklı olarak birbirini kabullenmek, birbirine saygı göstermek, dahası birbirini olduğu gibi kabul etmek gerekir. Bunun adı toleranstır, hoşgörüdür, demokrasidir. Kaldı ki, tek ulus olarak kabul edilse bile, ayrı özelliklere veya farklılıklara sahip olan iki kültürel topluluğun, ayrı ayrı örgütlenme hakkının olduğu kanısındayım. Sanıyorum, sorun burada başlamaktadır. Biz genelde çevremizdekileri, en başta da Türkleri ve Kürtleri örnek aldığımızdan, hemen tekçiliği öne sürüyoruz. “Tek ulus, tek devlet, tek ses” vs. “Tek örgütlnme” teorisi de bu yaklaşımın bir yansımasıdır. Durum böyle olunca farklılıklara tahammül edemiyoruz. Çünkü her şeyin, tek tip ve onun da bizim istediğimiz gibi olmasını istiyoruz.



    Bu nokta aşıldığında sorunlara daha farklı bir pencereden bakılabilinir. Ben açıkça Kırmanclar (Dersimli Zazalar) ve Dımililer (Güney Zazaları) ayrı örgütleneblilir diyorum. Objektif durumdan ve mevcut gerçeklerden hareket ederek, adı ne olursa olsun, bu iki ayrı kültürel topluluğun ayrı örgütlenmesi gerekir, ayrı örgütlenmesinde yarar var. Zaten pratik olarak ayrı yaşandığı da objektif bir olgudur. Ayrı örgütlenildiğinde düşman olmak gerekmediği gibi, dayanışma içinde bulunmak ve bazı şeyleri beraber yapmak veya ortak davranmak pekala mümkündür.



    Hamidiye Alaylarınn komutanlarından Cibranlı Halit Bey ile Gökdereli Şeyh Şerif’in 1908 ve 1916 yıllarında Dersim’deki çatışmalara ve katliamlara karıştıkları bilinen bir gerçektir. Cibranlı Halit Bey Kürt’tür. Gökdereli Şeyh Şerif ise Zaza’dır. İkisi de Sünni-Müslüman’dır. Bu ikisi daha sonra, Şeyh Sait isyanı olarak bilinen 1925 yılındaki İsyan ve direşin önderlerindendir. Direnişin esas önderi Cibranlı Halit bey’dir. Ancak daha önce yakalanmış olduğundan isyan günlerinde cezaevinde öldürülür. Gökdereli Şeyh Şerif ise Şeyh Sait İsyan’nın en önemli komutanlarından biri olarak yakalanır ve idam edilir.



    Dersimliler, öncesini bir yana bırakırsak Yazuz Sultan Selim döneminden beri Osmanlı-Türk-Sünni egemenliğine karşı direniyorlar. Bu yuvarlak olarak altı yüzyıllık bir direniştir. Bu mücadeleler sırasında Sünni Kürtler ile Sünni Zazalar’ın yeri neresi olmuştur? Yani hangi saflarda yer almışlardır. Açık ve net olarak söyleyebiliriz ki, Sünni-Türk ve Osmanlı’nın yanında ve saflarında yer almışlardır. (Alevi Kürtler, yaşadıkları coğrafyadan yani iç içe, yan yana olmalarından ötürü Alevi Zazalar ile beraber hareket etmiştir. Aynı şekilde Alevi Türk ve Türkmenler’in, Alevi Zaza ve Kürtlerle komşu olanları aynı ortak kaderi paylaşmışlardır. Batı da olanları ise nispeten ayrı hareket etmek zorunda kalmışlardır). Ama gün gelmiş, Sünni Zazalar ve Sünni Kürtler de Sünni-Türk egemenliğine baş kaldırmışlardır. İşte Şeyh Sait baş kaldırısı, böyle bir direnişe örnektir.



    Sünni Zazalar (ve Sünni Kürtler) geçmişte yanlış yapmış-tı diyebilir miyiz? Evet, bence yanlış yapmışlardır. Sadece uzak geçmişte değil, yakın geçmişte de bu hatalarını devam ettirmiş, 1908 ve 1916 Dersim direnişlerinde olduğu gibi tekrarlamışlardır. Sanıyorum, biz Dersimliler olarak bu durumu eleştirebilir ve onların torunlarının özeleştiri yapmalarını isteyebiliriz. Ya da onlar, yani Sünni Kürtler ve Sünni Zazalar, atalarının bu hatalarını kendileri görür ve kabul ederek, kendileri özür dileyebilirler. Ben bunu demokrat olmanın gereği sayıyorum. Ermeni soykırımı ile ilgili bir değerlendirmemde de bu yaklaşımımı ortaya koymuştum.



    Peki, Sünni Zazalar’ın veya Sünni Kürtler’in Dersimlilerden özeleştiri isteme veya özür bekleme hakları var mıdır? Bence var. Teorik olarak bu mümkündür. Pratik ve somut olarak da, nerede, ne zaman ve nasıl bir hatanın ne oranda yapıldığının tespit edilmesi gerekir. Ama asıl önemli olan bizim kendi açımızdan, bir demokrat ve bir insan olarak hatamızı görmemiz, onu ortaya sermemiz ve gerekli doğru tutumu takınmamızdır.

    Hakkı Çimen arkadaş, bence olumlu bir adım atmıştır. Kendi adına, özür dilemiştir. Bence bu erdemli ve onurlu bir tavırdır. Sadece insani ve hümanist değil, aynı zamanda demokrat ve çağdaş bir yaklaşımdır. Kimseye de iftira atmamıştır. Bizzat isimlerini vererek, kendi tanıdıklarının isimlerini saymıştır. Olaya katılanların, yani Şeyh Sait güçlerine arkadan vuranların tek tek kişilerle sınırlı olmadığı bilinmektedir. Hem Varto ve Bingöl’ün Xormek ve Lolan aşiretleri ve hem de Mazgirt ve çevresinin Dersim aşiretleri Şeyh Sait kuvvetlerine arkadan vurmuşlardır. Örneğin Zazaca konuşan Khuresu (Kureyşan), Şixmemedu (Şeyhmemedan) ile Kurmanci (Khurmanci/Kırdaşki) konuşan Sadu/Sadızu (Şadiyan) ve Xırancıku (Hıran) aşiretlerinin bazı kesimleri Şeyh Sait kuvvetlerine karşı savaşmışlardır. Dersimlilerin ve Dersim aşiretlerinin ezici çoğunluğu Şeyh Sait İsyanına karşı tarafsız kalmış, bir kısmı da sempatiyla yaklaşmıştır. Ancak küçük de olsa bir kesimi, bu isyana karşı savaşmıştır. Bu bilinen bir olgudur. Bunun hata olduğunu kabul etmek ve özeleştiri yapmak, özür dilemek erdemli bir davranıştır.



    Peki bu yaklaşıma karşı çıkanlar neyi savunuyorlar? Eğer Şeyh Sait kuvvetlerine karşı savaşmalarının doğru olduğunu savunuyorlarsa, buyursunlar, yaklaşımlarını ortaya koysunlar. Biz de bilelim ki, kim neyi savunuyor. Şeyh Sait kuvvetlerine karşı savaşmanın doğru olduğunu savunanlar kimlerdir? Türk devleti ve Türk milliyetçileridir. Bunu anlıyoruz, çünkü ayaklanma, niteliği ne olursa olsun, Kemalist Türk devletine karşı düzenlenmişti. Peki Dersimlilerin bu ayaklanmaya karşı çıkmalarını veya savaşmalarını gerektirecek bir neden var mı? Denebilr ki aradaki ilişkiler iyi değildi, soğuktu, limoniydi. Ama yine de Sünni Zazalara –ve de Sünni Kürtlere- karşı savaşmak için geçerli bir neden göremiyorum. Tersine Sünni Zazalar’a ve Kürtler’e karşı savaşmanın doğru olduğunu savunan bir Dersimlinin, ilkel bir mantığın, ilkel bir mezhepçiliğin esiri olduğunu belirtmek istiyorum.



    Alevilik ve Sünnilik (Müslümanlık), tıpkı Hıristiyanlık veya Yahudilik ve diğerleri gibi birer dindir, birer inançtır. Her din veya inanç farklı aşamalardan geçerek benimsenmiştir. Biri gönüllü, diğeri zoraki, biri kılıç zoruyla öteki barışçıl bir şekilde benimsenmiş olabilir. Bu dinleri eleştirebiliriz. Şahsen ben, öteki yaklaşımlar gibi, din ve inanç meselesine her zaman eleştirel yaklaşılmasından yanayım.



    Din, siyasetin bir biçimidir. Din, kılık değiştirmiş siyasettir. Bazen, din kisvesi altındaki siyasetler de tarihsel olarak olumlu bir rol oynamış olabilirler. Ama genel anlamda belirtmek gerekirse din, sömürücü hakim sınıfların veya egemen güçlerin ve onların temsilcilerinin kitleleri aldatmak için kullandıkları gizemli bir silahtır. Esrardır, halkı uyuşturan afyondur. İnsanı yaratan tanrı değildir ama tanrıyı ve dolayısı ile dini yaratan insandır. Bilmem bunu başkaları söylemiş midir? İlk söyleyenin ben olduğumu sanmıyorum. İnsan, kendi yarattığı şeye tapmakta veya inanmaktadır. İşte ilkellik buradadır.



    Bazen zalim güçler, din kisvesi altında, din düşmanları diyerek başka mazlum inanç veya din mensuplarını katliamlara uğratmış veya imha etmişlerdir. Bazen de aynı dine ve inanca mensup güçler, kendi dindaşlarına zulüm yapabilmişlerdir. Şeyh Sait Sünni Zaza’dır. Türk egemen güçlerinin resmi ve hakim dini de Sünni Müslümanlıktır. Ama Sünni Türkler, Sünni Zaza ve Kurmançlar’a zulüm yapmışlar, yapabiliyorlar ve yapıyorlar.



    Unutmamak gerekir ki, özünde bütün dinler ve bütün inançlar aslında kaba bir ilkelliktir. Günümüzün değerleri meselelere, dinsel açıdan bakmaya izin vermez. Laiklik denilen olgu, böyle bir ihtiyacın ve zorunluluğun sonucu ortaya çıkmıştır. Dine ve inanca saygılı davranılabilir. Gerçeklik bunu gerektiriyor. Aynı şekilde, genel anlamda bütün düşüncelere karşı belli bir tolerans da şarttır. Ama bir dinin başka bir dine karşı tahammülsüzlüğü, bir mezhebin başka bir mezhebe karşı düşmanlığı, çağdaş demokrat bir tavır değil, olsa olsa ilkel-mezhepçi bir tavır olabilir. Tıpkı, bir ulusun, başka bir ulusa karşı düşmanlığının, ırkçı ve ilkel düşünüşlü bir milliyetçilik olması gibi.



    Ermeni Soykırımını sorgularken, sadece Türklerin ve Kürtlerin değil, aynı zamanda Zazalar’ın ve Dersimliler’in de kendilerini sorgulamalarını belirtmiştim. Sadece Sünni-Müslümanlar’ın değil, Alevi inanç mensuplarının da kendilerini sorgulamalarını vurgulamıştım. Bazıları bu durumu Kürt düşmanlığı yapmak olarak değerlendirmişti. Bunu anlıyorum. Çünkü bunların ataları, Türklerle beraber Ermeni katliamlarına karışmıştır. Bunu gizlemek için, Türk devletinin inkar politikasına sarılıyorlar. Ama gerçekleri uzun süre gizlemek mümkün değildir. Er geç bir gün ortaya çıkacaklardır.



    Bazı Dersimli kişi ve aşiretlerin, Ermeni kıyımında rol aldığını veya oynadığını belirtmiştim. Bazıları beni, “mobal” altına altına girmekle, altından kalkamayacağım şeyleri söylemekle eleştirdiler. Bazıları, açıkça Dersimliler’e iftira attığımı savladılar. Bazıları ise, Ermeniler’den özür dilediğim veya dilememiz gerektiğni savunduğum şeklinde meseleyi alaya aldılar. Ama bu durum hiç bir şekil de, Türkler’in yanında Kürtler’in Ermeni katliamının mimarları ve suç ortakları olduğu olgusunu ortadan kaldıramaz. Aynı şekilde bazı Dersimli aşiretler ve şahsiyetler ile Sünni Zazalar’a mensup bazı aşiret ve şahsiyetlerin, şu ya da bu biçimde, Ermani katliamlarında rol aldığı olgusunu da yok sayamaz. Tabii ki, bunların etraflıca ortaya konulması ve katılma oranlarının belirlenmesi gerekir. Ama küçük ve kısmi de olsa, genelleştirilmese de, bu durumun bir hata olduğu açıktır. Bence hatalarımıza karşı cesur ve doğru bir tavır takınmak, demokrat olmanın bir gereğidir.

    04. Temmuz 2006

    M. Hayaloğlu


    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23578.htm

    http://f27.parsimony.net/forum67890/messages/10419.htm





    Mit folgendem Code, können Sie den Beitrag ganz bequem auf ihrer Homepage verlinken



    Weitere Beiträge aus dem Forum DERSİM-ZAZA ARŞİVİ

    GÜNCEL DURUM ve TÜRKIYE’DE GÜNDEM - gepostet von dersim am Donnerstag 14.12.2006
    KILAMI: SIIRLER - gepostet von dersim am Dienstag 05.12.2006
    Miandonike - gepostet von dersim am Freitag 11.05.2007



    Ähnliche Beiträge wie "DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR"

    DERSIM'IN IHTIYAÇ DUYDUGU KURUMLAR - dersim (Freitag 15.12.2006)