OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER

DERSİM-ZAZA ARŞİVİ
Verfügbare Informationen zu "OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER"

  • Qualität des Beitrags: 0 Sterne
  • Beteiligte Poster: dersim
  • Forum: DERSİM-ZAZA ARŞİVİ
  • Forenbeschreibung: Dersim-Zaza Platformu
  • aus dem Unterforum: NUSNEY : YAZILAR
  • Antworten: 6
  • Forum gestartet am: Dienstag 05.12.2006
  • Sprache: türkisch
  • Link zum Originaltopic: OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER
  • Letzte Antwort: vor 17 Jahren, 4 Monaten, 20 Tagen, 21 Stunden, 26 Minuten
  • Alle Beiträge und Antworten zu "OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER"

    Re: OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER

    dersim -

    OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER


    M. Hayaloğlu ile Mevcut Durum ve Gelecek Üzerine Sohbet

    Munzur Gazetesi adına sayın M. Hayaloğlu ile görüştük. Bize, memlekete son yaptığı gezi hakkındaki gözlemlerini anlattı. (S: Soru, M.H: M. Hayaloğlu).

    S: Sayın M. Hayaloğlu, memleketi yakından izleyen biri olarak kısa bir süre önce bölgeye bir gezi yaptınız. Dersim’in durumunu kısaca özetleyin desem, bize neler anlatmak istersiniz?


    M.Hayaloğlu (M.H.): Bir süre önce memleketteydim. Gezdim, dolaştım. Ama burada anlatmak istediklerim gezimin içeriğinden öte gördüklerim, yaşadıklarım ve gözlemlediklerime dair olacaktır. Sorununuza gelince:


    Dersim’in içinde bulunduğu durumun pek de iç açıcı olmadığını söyleyebilirim. Karamsarlık, ümitsizlik, tedirginlik, vs gibi olumsuzluklar, insanların genel ruh halini yansıtan özellikler olarak yansımaktadır.


    S: Bunun nedenlerini kısaca özetler misiniz?


    M.H. Her şeyden önce can ve mal güvenliği sorunu vardır. Sonra ekonomik güçlükler ve bunun yarattığı güvensizlik ve biçarelik vardır.


    S: Nedir güvenlik sorunu?


    M. H: Dersim’de insanlar, evinde, tarlasında, yaylasında, bir yerden bir yere giderken, kısacası her yerde güvenlik sorunu ile karşılaşıyorlar. Her an ve her yerde ölümle karşı karşıyalar. Kendilerini güvende hissetmiyorlar.


    S: İnsanlar, köylüler, neden ve nasıl güvende değiller?


    M.H: Düşünün! Köyünüzdesiniz. Evinizde ya da tarlanızdasınız. Ya da hayvanlarınızı otlatmak üzere arazidesiniz. Size her an ateş edilebilir, her an taranabilirsiniz. Her an bir kör kurşuna rast gelebilir veya bastığınız bir mayınla havaya uçabilirsiniz.


    S: Evinizde, köyünüzde ne tip bir tehlike ile karşı karşıyasınız ki?

    M.H: Mesela, köpeğiniz havlıyor. Dışarı çıkıp ne olduğunu merak ediyorsunuz. Hayvanlarınız, ekilmiş tarlanız, bostanınız var. Ayı gelir, domuz gelir. Gürültü, patırtı yani “hayleme” yaptınız. Ya da kapınızın önünde sessizce dinleyip gözetliyorsunuz. Her an taranabilrsiniz. Hele kazara, av tüfeğiyle ateş ettiniz. Bilin ki kesin karşı ateş açılır. Çünkü genellikle köylerin çevresi, önemli kavşak ve geçiş yerleri gözetim ve kontrol altındadır.


    S: Köyler, evler veye kavşaklar kim tarafından gözetleniyor?


    M.H: Asker veya özel tim denilen özel güvenlik elemanları tarafından. Mesela Kuzey-doğu Dersim’de, Balaban-Deresi denilen Sansa kavşağında şöyle bir olay yaşandı: Arıcılık yapan Hüseyin Arslan adlı kişi, yabani hayvan korkusuyla, köpeğinin havladığı yere doğru ateş ediyor. O anda pusuda bekleyen jandarma timi tarafından taranarak öldürülüyor. Yanındaki kişiler de yaralı kurtulabiliyor, (18 Mayıs 2006). Oysa havaya ateş edilse, Hüseyin Arslan ateş etmeyecekti.


    S: Hüseyin Arslan’nın öldürülmesinde kasıt va mı?


    M.H: Kasıt var mı? Onu bilemem. Ama ben ortamı anlatmaya, değerlendirmeye çalışıyorum. Yani ortam her an öldürmeye müsait, her an ölebilirsiniz. Kasıt durumu ayrıca araştırılabilir. Olay mahkemeye taşınabilir, keşif ve inceleme yapılabilir. Her ne olursa olsun, olayda güvenlik güçlerinin hatası vardır. Hüseyin Arslan, evinin yanında taranarak kurşuna diziliyor. Madem pusu atmışlar, uyarmaları gerekmez mi? Bu durum, basit bir “ihmal” olarak değerlendirilemez. “Savaş hali” uygulanıyor ve köylü kendi vatandaşı değil, karşı tarafın “destekçisi” olarak değerlendiriliyor ve düşman muamelesi yapılıyor. Mesele budur.


    S: Başka ne tip rizikolar var?


    M.H: Başka bir örnek vereyim. Bir gün sabah saat on civarında Çayırlı’dan Erzincan’a doğru hareket ettim. Sansa-Demirkapı mevkisinde, Kiği yol ayrımı noktasında, köprünün yanına arabamı park ettim ve manzara resimleri çektim. Aradan bir kaç dakika geçtikten sonra, köprünün altından komando kıyafetli iki kişi çıktı. Biri köprünün ayağına mevzilenirken düğeri arabanın yanına gitti, kontrol etti. Arabanın camları açık ve eşyam koltukların üzerindeydi. Onları görünce yavaş yavaş kendilerine ve arabaya doğru ilerledim. On başı rütbeli olan, ne yaptığımı, burada ne aradığımı sordu. Doğa ve manzara resimleri çektiğimi söyledim. Neden sorularına da, bölgeden olduğumu, izine geldiğimi, memleketimin güzelliklerini fotoğraflamak istediğimi söyledim. Söylediklerimi inandırıcı ve ne yaptığımı da görmüş olacak ki, sorun çıkarmadı. Bölgenin sorunlu ve gezmenin rizikolu olduğunu söyleyerek dikkatli davranmamı istedi. Burada bir sorunla karşılaşmadım ama karşılaşabilirdim. Kişilerin niteliği, o an ki psikolojik ortam, vs karşısında her an olumsuz durumlar yaşanabilir. Kısacası dağ, taş, kavşak, geçit kontrol altında ve her an ateşe hazır pusularla veya patlamaya hazır mayınlarla karşılabilirsiniz.


    S: Nedir bu mayın işi? Kim, neden mayın döşüyor veya patlatıyor?


    M.H: Mayın, bölge halkının, köylünün, çobanın, gezenin veya yolcunun, kısacası her kesin korkulu ruyası, baş belasıdır. Tarlana gidiyorsun, mayına basabilirsin. Hayvanlarını otlatmaya götürüyorsun, mayınla uçabilirsin. Gezmeye gidiyorsun, yolcusun arabanla havaya uçabiliyorsun. Köylerin çevresindeki mevzi yerler, önemli geçit ve kavşaklar, bazı binaların çevreleri veya terk edilmiş bazı yerler potansiyel mayın rizikosu olan yerlerdir. Ayrıca yolların her hangi bir noktasında geçerken, her an havaya uçabilirsin. Son dönemde uzaktan kumanda sistemiyle veya pusu kurularak sık sık denenmektedir.


    S: Mayınları döşeyenler, patlatanlar kimlerdir?


    M. H: Her iki taraf. Her iki taraf da bu silahı, bu yolu ve yöntemi kullanıyor. Askeri güçler, konuşlandıkları bölgelerin çevresini genellikle mayınlıyor. Sonra çekilirken bunlar yerinde bırakılıyor. Ve rast gelenin kaderi, böylece çizilmiş oluyor. PKK ise genellikle yollara döşediği ve uzaktan kumanda ile patlattığı pusu yöntemini kullanıyor.


    S: Toparlarsak, can ve mal güvenliği konusunda ne eklemek istersiniz?


    M.H: Can güvenliği, insanın en doğal yaşam hakkıdır. İnsanın kendini güvende hissetmediği, her an ölümle burun buruna olduğu bir yerde yaşaması ne kadar moral bozucu olabilir? Düşünmek gerekir. Diğer yandan mal güvenliği de yoktur. İnsanlar kazanamadıkları, her an elindeki malını, evini, tesisini kaybetmekle karşı karşı oldukları bir ortamda yaşamak isterler mi? Bu bakımdan geriye dönüş, umutsuzluk, belirsizlik ve bekleyişten öteye gidememiştir. İnsansızlaşmanın birinci ve esas nedeni budur, yani can ve mal güvenliğinin olmamasıdır.


    S: İnsansızlaşmanın başka nedenleri var mıdır? Boyutları nelerdir?


    M.H: İnsansızlaşmanın, şüphesiz ki başka boyutları da vardır. En başta işsizlik gelmektedir. Sonra köylü elindeki ürününü değerlendirememektedir yani gelir sorunu vardır. Mevcut durum, yılların yarattığı birikimin sonucu ve gelinen aşamasıdır. İşsizlik, yoksulluk deyip geçmemek lazım. Dersim, buna mahküm edilmiştir. Osmanlı’nın son döneminden yani 19. Yy.dan itibaren, Dersim’e boyun eğdirmek, kontrol altına almak veya kontrol altında tutmak için bu politika izlenmektedir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, yatırım yapmama politikasının sonuçlarıdır. Buna doğanın tahrip edilmesi ve sular altında bırakılması ile savaş ya da çatışma ortamı eklenince çekilmez hal almaktadır. Kaçışın, terk etmenin nedeni bunların hepsidir. Bunlar yetmezse, köylerin yakılması, toplu sürgünler de eklenmektedir.


    S: Dersim’in sular altında bırakılmasından bahsettiniz. Barajlar konusunda gelinen nokta nedir?


    M.H: Barajlar konusunda gelinen nokta olumsuz ve umut kırıcıdır. “Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu, Danıştay Onuncu Dairesi’nin kararını yapımcı şirketlerin lehine bozdu”. Karar, tamamen siyasi niteliklidir ve amaç Dersim’i sular altında boğmaktır. Yapılması gereken, ülke ve Avrupa genelinde kitlesel etkinlikler ve protestolar düzenlemek, konuyu dünya kamuoyunun gündemine taşımaktır.


    S: Dersim’in, bir taraftan açlığa ve yoksulluğa, bir taraftan çatışmalara ve diğer yandan da sular altında bırakılarak yok edilmesinden, ortadan kaldırılmak istenmesinden bahsediyorsunuz. Dersimliler ne yapmalıdır? Üzerlerine düşen görevi, yapılması gerekeni yapıyorlar mı?


    M.H: Sorunuzun ikinci şıkkından, yani yapılması gereken görevden bahsetmek istiyorum. Dersimliler, öncelikle kendisi için var olmanının bilincine ermek zorundadırlar. Kendi özgür iradeleri ile, kendisi için var olan bağımsız bir toplum olduklarına inanmalı ve güvenmelidirler. Sonra bağımsız bir halkın yapması gereken şeyleri, yaşaması ve varlığını sürdermesi gereken şeyleri yapmak zorundadır. Bunun anlamı Dersimliler dillerinin, kültürlerinin, kültürel ve tarihsel değerlerinin ve halk olarak varlıklarının yaşamasını istiyorlarsa, bunlar için gerekli kurumları vakit geçirmeden oluşturmalıdırlar. Artık ona, buna hizmet etmenin ve de amatörlüğün zamanı geçmiştir.


    S: Ne tip kurumlardan bahsediyorsunuz?


    M.H: Dersim’i toplum olarak, halk olarak temsil eden ve yönlendiren kurumların oluşturulmasından bahsediyorum. Ulusal bir siyaset izleyen ulusal bir kurum şarttır. Bunun adı tartışılabilir. Ulusal bir konsey veya kongre olabilir. Ama her halükarda, merkezi ve üst düzeyde siyaset yapabilen ve Dersim halkının iradesini temsil edip yansıtan bir kurum olmak zorundadır. Sonra bu kurumun himayesi ve yol göstericiliğinde gerekli başka kurumlar yaratılıp, yapılması gerekeni bütün alanlarda gerçekleştirmelidir.


    S: Tunceli Dernekleri Federasyonu (TUDEF), Av. Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG), çeşitli vakıflar, belediyeler, vs örgütlenmeler var. Bütün bunlar dururken, yeni bir örgütlenme gerekli midir, bunu şartları var mıdır?


    M.H: Bütün bunlar çeşitli alanlara özgüdür, gereklidir ve görevlerini yapmaya çalışıyorlar. Özellikle FDG ve TUDEF’in yüklendiği misyonun önemli olduğu ve kendilerinden çok şey beklendiği açıktır. Ama bence bu örgütlenmeler oldukça gevşek ve amatördür. Özellikle TUDEF yapı itibari ile net bir perspektife sahip değildir. İnsanların mücadele ederek, bedel ödeyerek kazandıkları bir takım haklar var ama birileri ya bunun farkında değil ya da Dersim olgusuna yaklaşımları farklıdır. Mahkeme kararı ile kazanılmış ve tastik edilmiş bir hak var. Sayın Nimet Tanrıkulu ve az sayıdaki arkadaşının azimli hukuk mücadelesi ile Dersim adı bir hak olarak kazanılmıştır. TUDEF adında ısrar etmek, en iyimser bir ifadeyle Dersim halkının mücadelesine doğru bir perspektifle yaklaşmamak anlamına gelir. Gerek TUDEF ve gerekse FDG, program ve politikalarını netleştirmeli, Dersimi bir politikayı, ulusal bir politikayı oluştumalı ve Dersim için var olduklarını deklere etmekle kalmamalı, pratik olarak da gereklerini yerine getirmelidir. Vakıf ve öteki kuruluşlar da Dersim’in bazı sorunlarına eğiliyorlar, bu olumludur. Ancak verimli ve doğru çalışmak için yukarda bahsettiğim perspektife sahip olmak ve bütün bu çalışmaları organize etmek gerekir.


    Belediyelerin durumu ise, ayrı ve başlı başına bir değerlendirme konusu olabilir. Şu anda belediyelerin yeterince Dersimi bir çalışma yürüttüklerini söylemek zordur. Bunlar, halkın oyu ile seçilmiş yasal temsilciler olabilirler ama yaptıkları her şeyin halk için olduğunu söylemek zor. Bazı küçük olumluluklar yaşanmış olabilir ama gelel çizgi haline gelmiş değildir. Tabii bunların içinde bulundukları durumu, sistemi unutmamak gerekir. Bugüne kadar Dersim’deki belediyelerin, Türkiye’deki öteki belediyelerden pek farklı davrandıklarını sanmıyorum. Ama belediyeler meselesi ciddi olarak ele alınmalı ve gerekli politikalar üretilmelidir. Bu da yukarıda bahsettiğim ulusal politikanın yönlendirebileceği bir sorundur. Son yıllarda bazı güçlerin, belediyelere önem verdiği ve bunları ele geçirmek için çalıştığı bilinmektedir. Dersimliler’in öteki alanlarda olduğu gibi, bu konuda da ne sağlıklı bir politikası var, ne de buna hazırlar. Bu belediyeleri ele geçiren veya elde etmek isteyen bazı odaklar, Dersim’in potansiyelini, Dersim için değil, başka amaçlar için kullanmaktadırlar. Bugün Dersim il merkezinde belediye, Dersim için değil, Kürdistan için, DTP için çalışıyor ve Dersim’in kaderini ve geleceğini bunlara feda ediyor. Bu, çok acı bir durumdur. Bugün Dersim’deki DTP ve belediye halkımızın asimile olması yani Kürtleşmesi için çaba harcamaktadır. Bunlar, üstlendikleri bu görevle büyük vebal altındadırlar. Dersimliler için Kürtleşmek de, Türkleşmek kadar zararlıdır. Umarım Dersimi kurumlar ve şahsiyetler politikalarını şimdiden üretir, hazırlıklarını yapar ve gelecek seçimlerde başarılı olurlar.


    S: Başka neler yapılabilir veya yapılmalıdır?


    M.H: Her şeyden evvel, savaşa ve çatışmalara, hayır denmeli, net tavır alınarak, kınanmalıdır. Şiddet, çatışmalar, savaş Dersim’in en büyük düşmanlarıdır. Bunlar sona ermeden, Dersim’de ilerleme olmaz. Bu durum net olarak görülmeli ve kavranmalıdır. Dersimliler’in, çatışmalarda hiç bir yararı yoktur. Şiddeti dayatan Kürt ve Türk grupları teşhir edilmelidir. Şiddet, şiddeti davet etmektedir. Şiddeti savunan gruplar, bölgeyi terk etmelidir. Şiddeti dayatanlar bundan vaz geçerse, devlet ve askeri güçler de şiddet uygulamak için zemin ve neden bulamaz.


    S: Şiddeti savunanlar, bu durumu nasıl karşılar?


    M.H: Bu söylediklerim, şiddeti savunanların hiç hoşuna gitmez. Ama mesele, çıkarlar meselesidir. Dersim halkının savaşta, çatışmalarda, şiddette bir çıkarı yoktur. Şiddet ile sorunlar çözülmez. Türk ve Kürt halkının da savaştan bir çıkarı olduğunu sanmıyorum. Ama Türkleri ve Kürtleri kurtarmak isteyenler, önce Türkiye’yi, ve Kürdistan’ı kurtarmak için oralara gitsinler ve mücadeleyi oralara taşısınlar. Onlar ülkelerinde güzel şeyler yaparsa, Dersimliler buna kayıtsız kalmaz, destek verirler. Ama Dersim’in elverişli coğrafyasından ve halkının hümanist duygularından yararlanarak Dersim’i savaş alanına çevirenler, Dersim’e ve Dersim halkına en büyük kötülüğü yapıyorlar. Buna hakları olmadığını görmeli ve kabullenmelidirler. En başta da bu örgütler içindeki Dersimliler, Dersim’e en büyük zararı kendilerinin verdiğini ve halkının yok olmasına katkıda bulunduklarını görmeli ve kavramalıdırlar. Devlet cephesinden operasyonların durdurulması istenebilir. Buna karşı bazı şeyler yapılabilr. Ama çatışmaların sürmesi, askeri güçlerin eline bir koz vermektedir. Dolayısı ile haklı ve tarafsız olduğun halde haklarını arayamaz duruma düşüyorsun.


    Bütün bunlardan sonra denebilir ki, Dersimliler sadece çok çalışmamalı aynı zaman da doğru ve akıllı çalışmak zorundadırlar. Sorunlarını açıklıkla ortaya koymalı ve çözüm için hep beraber çalışmalıdırlar. Günün olanaklarından, güncel durumun imkanlarından yararlanmak, yaşamak ve varlığını sürdürebilmek için, Dersimliler için son şanstır. Projeler üretmeli ve bunları ugulamak için çalışmalıyız.


    S. Bu yıl Festival yapılacak mı?

    M.H: Festival yapma kararı alınmıştır. 27-30 Temmuz tarihleri arasında yapılacağı açıklandı. Dersim merkez Belediyesi yine baş rol oynuyor. Belki buna hakkı da var. Ama Dersimliler için önemli olan sadece festival yapılması değil, Dersim’i yansıtan, Dersim’e yaraşır bir festivalin olmasıdır. Bugüne kadar yapılan festivaller, Dersimi yeterince yansıtamadı. Festivali kendilerine benzetmek ve mal etmek için bazıları özellikle çaba sarf ediyor. Her yönüyle Dersim’in ve kültürünün yansıtılması yerine, bazıları kendilerini yansıtmak için dayatma da bulunuyor ve ortamı geriyor. Umarım her kes Festival’in Dersim’e ait olduğu kabul eder ve saygı gösterir. Eğer kendilerini yansıtmak için birileri ille de bir şeyler yapmak istiyorsa, bunu ayrıca düzenlesinler ve Festivali rahat bıraksınlar.


    S: Memlekette başka neler gördün, nerelere gittin?


    M.H: Doğrusu bu sefer doyasıya gezmeye çalıştım. Görmem gereken, gitmem gereken her yere gittim mi? Hayır. Ama epey yer gezdim, resimledim ve kameraya aldım. Kuzey-doğu Dersim de, üç bin metreden yüksek olan Mılpet (Ko-y-ê Mılpeti) dağına, ilk defa tırmandım ve oradan Bağır (Koyê Bağıre) dağına el salladım. Diğer bir gün, tam kırk yıl sonra, Bevin (Ko u Warê Bêvini) dağı ve yaylasına çıktım. Işkın (Ribes), Mantar (Sung), Yolıge (yellik), Şarşur (Kınkor), Türkçesini bilemediğim Poxık, Savıle gibi doğal sebzeleri topladık. Dağ Lalesi veya yabani lale (Pivoke/Pivoki) denilen, rengarenk çiçek bahçelerine rastladım. Harçık (Xarçık) vadisini gezdim ve sevgili Ender Can ile alabalık avına çıktık. Dersim, her mevsimde güzeldir. Ama baharda bir başka güzeldir. Her taraf yem yeşil ve rengarenk. Çağıldayan sular, karlar, çiçekler, kuşlar, kuzular, gıdikler, buzağılar, her şey ama her şey çok güzeldi. Yurt dışında ve şehirde yaşayanlara ara sıra bahar gezilerine çıkmalarını tavsiye edebilrim.


    S: Son olarak ne söylemek istersiniz?

    M.H: Hiç bir şekilde umutsuzluk yaymaktan yana değilim. Ümitsiz de değilim. Sadece gerçeği, realiteyi dile getirmeye çalıştım. Akıllı, bilinçli, doğru çalışırsak başarırız.


    Temmuz 2006





    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23583.htm





    Re: OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER

    dersim -

    ATESKESIN BOZULMASI ve DÜSÜNDÜRDÜKLERI
    ATEŞKESİN BOZULMASI ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


    Kongra Gel –(PKK)-, HPG yönetimi yaptıkları açıklamalarla 1 Haziran’dan itibaren ateşkesi bozacaklarını ilan ettiler. Ve son günlerde bu doğrultuda bir takım gelişmeler yaşanmaktadır. Hatırlanacağı üzere PKK Lideri A. Öcalan yakalanmadan önce 1998’in 1 Eylül’ünde tek yanlı ateşkes ilan etmeşti. Ve bu ateşkes yaklaşık beş yıl sonra yine A. Öcalan’ın tek yanlı çağrısıyla bozuluyor.


    Burada, sanırım tuhaf olan durum, ateşkesi, özgürken ilan eden A. Öcalan’ın bozarken cezaevinde tutsak olmasıdır. Eğer bu bir danışıklı bir dövüş değilse, hesapları iyi yapılmamış çılgınca bir karardır. Kürt halkının, bu savaşın sürdürülmesinde bir kazancı var mıdır ya da olacak mıdır? Hiç sanmıyorum. Bana sorarsanız PKK, sadece 1998’da ilan ettiği süreci değil, 1992’de ilan ettiği ateşkesi de, 1993’de bozmamalıydı.


    Neden? Kürt ulusal mücadelesinin 1980’li yıllara kadarki özgürlük direnişi anlamlıdır. Esarete ve köleliğe karşı, yaşayabilmek ve varlığını sürdürmek için, özgürlük için yürütülen mücadele haklı ve değerlidir. 1984’deki başkaldırı da bütün bu yaşananların sonucuydu ve bir noktaya kadar anlaşılır bir durumdur. 90’lı yıllara doğru mücadele belli bir noktaya varmıştı.
    Kitlesel eylemler ve Serhildanlarla yaşanan aşama mücadelenin geldiği doruk noktaydı. Artık bu noktadan sonra mücadelenin biçiminin değişmesi gerekiyordu. Silahlı mücadele görevini tamamlamıştı.


    1990’lı yılların başı mücadelenin tıkandığı ve kör döğüşünün yaşandığı yıllardır. TC tepeden tırnağa silahlanmış olarak mücadelenin bütün biçimlerine karşı, karşı tedbirler almıştı. Koruculuk sistemi oturtulmuş, Özel Tim güçlendirilip geliştirilmiş, Türk ordu birlikleri modern teçhizat ile donanarak yeniden düzenlenmişti. Üstelik, içde gerekli düznlemeler de yapılmış, hukuki yaptırımların yetmediği durumlarda MİT ve kontr-gerilla devreye girerek işler hal ediliyordu. Kısacası, ‘özel Savaş’ bütün kurumlarıyla devreye girmişti.


    90’lı yıllar Anadolu coğrafyasında yaşıyan bütün halklar için karanlık yıllar oldu. Ama Dersim ve Kürdistan’da zifiri karanlık bir hal aldı. Nitekim, durumu fark eden PKK-ERNK soluklanmak için de olsa 1992 yılında tek taraflı ateşkes ilan etti. Ama ne Türk devleti ve ne de Türkiye kamuoyu buna hazır değildi. Üstelik, devletde insiyatifi elinde bulunduran savaş yanlısı güçler, bu durumdan yararlanarak savaşı tırmandırmak niyetindeydi. Ama PKK, 1993 yılında ateşkesi bozarak kendisi, elindeki bu kozu devletin eline veriyordu.


    PKK tarafından tek yanlı ilan edilen bu birinci ateşkesin yine kendisi tarafından tek yanlı olarak bozulmasının sonuçları kısa zamanda görüldü. Dersim’de ve Kürdistan’ın bir çok alanında doğrudan insansızlaştırma politikaları hayata geçirildi. Ormanların, hayvan ve ekinlerin, giderek köylerin yakılması ve boşaltılması tam da bu döneme rastlamaktadır. Kısacası bu dönem köylerin haritadan silindiği, canlıların her türlü kimyasal ve biyolojik silahlarla imha edildiği bir dönemdir. Denebilir ki, bütün bu ‘temizlik’ harekatlarında şahinlerin eline en büyük kozları veren de yine PKK’nın kendisiydi. Karşılıklı ‘çeteler’ bu dönemde oluştu. Bozo, Yeşil, Susurluk çetelerine Hogir, Terzi C. vb. gibi PKK çeteleri karşılık düşüyordu. A. Öcalan’ın kendisi bu durumu ‘avare, asi çetecilik’ olarak niteler.


    Bu dönemle ilgili değerlendirmeler daha da uzatılabilir ve aslında sağlıklı değerlendirmelere de ihtiyaç vardır. Ama kısaca belirtmek gerekirse birinci ateşkesin bozulması yanlıştı. Gerek Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine ve gerekse Türkiye’deki demokrasi mücadelesine yarardan çok zarar vermiştir. A. Öcalan’da ifadesini bulan PKK önderliği bu hataları görüp kabul etmek yerine, çıkış ve çözüm arayan M. Şener ve arkadaşları gibi politika sahiplerini ya doğrudan imha etmiş ya da Müslüm Durgun (Dr. Baran) örneğinde görüldüğü gibi onlarca kadroyu imha olmaya zorlamıştır. Yine bu süreçte H. Yıldırım, S. Çürükkaya ve hatta bu gün farklı bir noktada da olsa Ş. Sakık gibi muhalif görüş sahipleri tasfiye edilmekle kalınmamış fiziki olarak da imha edilmek istenmişlerdir ve bu kararlar hala yürürlükteler.


    Deyim yerindeyse yukarıda saydıklarım, Eisberg’ın görünen kısmıdırlar. S. Çürükkaya bunların ancak çok küçük bir kısmını ‘A. Ayetleri’nde açıklayabilmiştir. Bu açıklanmış olanlar hakkında bile çok şey söylenebilir. Ama dikkat edilirse kimsenin öyle ciddi olarak üzerinde durduğu söylenemez. Bunun iki esas nedeninin olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, bu muhalif kişi ve çevrelerin kendilerini ifade ettikleri bir ortamı bulamamış olmalarıdır. Yani kendi farklılıklarını ortaya koyabilecek bir ortam bulamadan PKK’dan dışlanmalarıdır. İkincisi de, PKK dışındaki çevrelerin bu kişilere karşı duydukları güvensizlikleridir. Sahi, bu PKK’dan ayrılmış veya dışlanmış olan bu kişi ve gruplar PKK’dan farklı olarak neyi savunuyorlar?


    Üzerinde durulması gereken önemli bir nokta, bu muhalif kişi ve çevrelerin ne savunduklarıdır. ‘Apo’ya hayır, PKK’ya evet’ tavrı ne kadar gerçekçi olabilir. Örneğin H. Yıldırım ve Selim Çürükkaya PKK çizgisinden farklı olarak ne savunuyorlar? Bu kişilerin esaslı analizlerine rastlayamadığım gibi PKK ile aralarındaki temel farklılıkları da kavrayabilmiş değilim. Niyetim kendilerine bir haksızlık yapmak değil ama aralarındaki temel politik ve yöntemsel farklılıklar konulmadan ve bilinmeden olumlu yargılarda bulunmak oldukça zor. Sanıyorum, bu çevrelerin en büyük handikaplarından biri de, geçmişte içinde bulundukları ortam gereği birbirlerine karşı kullanılmış olmaları ve bu yüzden aralarındaki güvensizlik ortamıdır. Her an ölümle karşı karşıya olmak veya ölüm tehtidi altında bulunmak yeterince anlaşılır bir durumdur. Ancak, hala büyük oranda bir ‘karakutu’ olan Apo ve PKK’nın yaptıklarının tam olarak bilinmesi, özellikle PKK ile beraber çalışmış olanların yaşadıklarını ve gördüklerini olduğu anlatmalarıyla deşifre olabilecektir. Eğer kendileri bu durumları değerlendirerek bizimle paylaşırlarsa biz de sorunu daha yakından tanımış olacağız. Ama ben bu tip soru ve cevapları başka bir tartışma konusuna bırakarak asıl konumuza, ateşkes sorununa devam etmek istiyorum.


    PKK’nın 1984’den 1999’a kadar 15 yıl sürdürdüğü bu savaşın bilançosu oldukça ağırdır. 10 bini devlet güçlerinden, 30 bini karşıt güç olan PKK ve sıradan halktan olan insanlardan olmak üzere toplam 40 binin üzerinde ölü. Sayısı hiç bir zaman tam olarak bilinemeyecek olan onbinlerce sakat, yaralı ve kayıplar ile yüzbinlerce mağdur. 4 bine yakın köy ve mezra gibi yerleşim yerlerinin boşaltılması, yakılması ve büyük oranın haritadan silinmesi. Ekin, orman, hayvan sürülerinin gazlanarak ya da yakılarak imha edilmesi. İnsanların üçte ikisinin göçmesi veya göçertilmesi. Aydın, devrimci ve demokrat güçlerin tasfiye edilmesi veya ezilmesi. Savaşın, askeri maliyetinin 100 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Ancak, bölge halkının zarar ve ziyanları hiç hesaba katılmıyor. Sanıyorum, hesaplanması gereken en önemli noktalardan biri de bu zararların en azından yaklaşık olarak tespit edilmesi ve tazmin edilmesidir. Rakamlar tahminidir, bu konuda ciddi ve titiz araştırmalara ihtiyaç vardır.


    Görüldüğü gibi 1999’a gelindiğinde tablo hiç de parlak değildir. 80’lerin sonlarında kısmi olarak görülen silahlı mücadelenin yararları, 90’lı yılların başından itabaren tersine dönmeye başlamış ve Türk ordusu artık insiyatifi iyice ele geçirmişti. Hem savaşan taraf olarak PKK ve hem de bölge halkı inanılmaz kayıplara uğradı. Bu, bir noktadan sonra aslında kaçınılmazdı. Bir çok yan etken sayılabilir ama temel neden ‘güçler dengesindeki eşitsizlik’ti.


    TC, dünyanın en eğitimli ordularından biriyle en iyi teçhizatlanmış olarak ve büyük oranda uluslararası lojistik desteği de yanına alarak saldırıyordu. PKK’nın direnişi de inanılmaz gibiydi. Elindeki bütün kozları savaş sahasına sürmüştü. Başta Suriye, Irak ve İran olmak üzere bir çok ülkeden yardım görüyordu. Bu yardımların niteliği, PKK için pek de önemli değildi. O kadar ki, 1991’deki I.Körfez savaşından sonra Güney Kürtlerinin başına gelen felaket karşısında Saddam rejiminin artıklarına karşı tek bir kurşun sıkmayı bile engelliyecek kadar bağımlılık gerektiren türdendi. Ama aynı PKK bir süre sonra hem G.Kürdistan Kürtlerine ve hem de Türk ordusuna karşı ‘örs-çekiç’ harekatı sırasında aynı anda direnebiliyordu.


    PKK’nın Dersim’e ve Zaza ulusal sorununa yaklaşımı ayrı bir tartışma konusu olduğundan, uzatmadan şunları söylemek istiyorum. PKK, savaşı bütün sahalara yaymıştı. Bu arada Dersim alanına da özellikle giriyor ve adeta ‘bana yar olmayan, düşmana da olmamalı’ dercesine son darbeyi hem vuruyor ve hem de vurduruyor. Hatırlanacağı gibi Dersim’in çevreden merkezlere doğru neredeyse bütün mezra, köy ve nahiye gibi yerleşim yerleri bu dönemde büyük oranda yakılmış ve insansızlaştırılmıştı.


    İnsiyatifi elinde bulunduran Türk devleti, özel savaş yöntemleriyle bu durumdan sonuna kadar yararlanmak istiyordu. Ayrıca durum, savaş yanlısı odakların işine de geliyordu. Neden gelmesin ki! Savaş bölgesinde ‘görev’ alanlar, batıda aynı görevi yapanların bir kaç katı kazanmakla kalmıyor, önemlä bir kesim özel savaşın sağladığı bütün olanaklardan da yararlanıyordu. Böyle bir savaşın istenilir yanları hiç de az değildi. 20-30 kişilik gruplar, teknolojinin bütün imkanları kullanılarak çepe çevre sarıldıktan sonra, bombalanıyor, gerekirse gazlanarak yakılıyordu. Sayısız yerleşim alanı bu bahanelerle yok ediliyordu. Bunlarla da yetinmeyen Türk devleti, uluslararası ilişkilerini de devreye sokuyor ve yıllardır Şam’da H.Esat’ın şemsiyesi altındaki A. Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması için bastırıyordu.


    Çıkmazdaki PKK, önce soluklanmak için 1998’in 1 eylülünde yine tek taraflı bir ateşkes ilan ediyor ve sonra yeni arayışlar için A. Öcalan Suriye’yi terk ederek Avrupa’ya gidiyordu. Sonrası malum. Yakalanma, yargılanma ve İmralı süreci. Bu noktalarda da aslında söylenecek çok şey vardır. Bunlara sadece işaret edip geçmek istiyorum.


    A. Öcalan ve taifası uluslararası ‘komplo’dan bahsedip duruyor. Bunda bir doğruluk payı olabilir. Zaten olmaması anormal sayılmalıdır. Ama bu komplo velvelesinin arkasında aslında başka bir gerçek gizlidir. O da, A. Öcalan’ın gerillanın ve kendi halkının arasına katılmak yerine, Avrupa’yı tercih etmesidir. Sadece bu durum bile A. Öcalan’nın basitliğini ortaya koymak için yeterli bir neden olarak olabilir. Garip olan onun müritlerinin bu durumu olduğu gibi kabullenmeleridir. Ama o, sırf hata yapmadığını savunabilmek için böyle bir kabullenmeye yanaşmamaktadır. Çünkü, bunun hata olduğunu kabul ederse geçmişinin de hatalarla –aslında suçlarla– dolu olduğunu söylemek zorunda kalabilecektir ya da en azın hakkında böyle düşünülecektir. Ama o, Kürt halkını yeniden yarattığına inanan ve müritlerini de buna oldukça inandırmış olan bir ‘yaratıcı’ olarak karizmayı hiç mi, hiç çizdirmek niyetinde değildir.


    A. Öcalan’ın yakalanış, sorgu ve mahkeme süreci ile cezaevindeki tavrı da, özgürlük için mücadele eden bir savaşçının, bir direnişçinin ve hele hele ulusal veya devrimci bir liderin tavrı değildir. Bu konuda yazılmış ve söylenmiş bir çok şey vardır ve bunları tekrarlamak niyetinde değilim. Onun takınmış olduğu tavır uzlaşmacı olmaktan öte, teslimiyetçidir. Eğer o, bu ifade ve tavrıyla 80’li yıllarda yakalansaydı, ihanetçi diye kurşuna dizilen Şahin Dönmez veya Yıldırım Merkit’ten farklı değerlendirilmeyecekti. Ama bence bundan daha önemlisi, bazı politik ve ideolojik noktalardaki teslimiyettir.


    A. Öcalan’ın İmralı sürecinde yazdığı ‘AHİM Savunmaları’ adı altında kitaplaştırılan ‘Sümer Rahip Devletlerinden DEMOKRATİK UYGARLIĞA’ adlı birinci ciltde dile getirilen görüşler, tamamen ‘boş sözler’den oluşmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, A. Öcalan insanlık tarihinde çok önemli ve hiç de kısa sayılamayacak böyle bir süreci tahlil edebilecek bilgi ve birikime sahip biri değildir. Antropolojik, etimolojik, etnolojik, arkeolojik, vb. temel bilimsel çalışmalardan yoksun birinin analizleri ne kadar değerli olabilir ki? Benim bildiğim bugüne kadar A. Öcalan’ın akademik bir çalışmasının olmadığıdır. İdeolojik yaklaşımlar ise, bilimsel verilere dayanmadığı sürece saçma ya da birer safsata olmaktan öteye geçemeyecektir. Bence, A. Öcalan’ın ‘çözümleme’ adını verdiği bu martavalları ‘BOŞ SÖZLER’ olarak nitelemek belkide en doğru adlandırma olacaktır. Bu sözde ‘çözümlemeleri’ değerli analizler olarak niteleyenlerin yağcılıkları ise tek kelimeyle tiksindiricidir. ‘Savunmalarım’ dizisinde ‘Demokratik Çözüm Sürecinde Bir Dönemeç’ adlı broşürde söylenenler ise utanç vericidir. Bu broşürdeki bazı tespitler şöyledir:

    ‘Kürt-Türkü veya Türk-Kürdü böyle oluşuyor.’ (agy. 2.baskı, sf. 17/Weşanên Serxwebün 94). Türk ırkçılarının inkar tezleri olarak özellikle 12 Eylülden sonra bilimsel kılıflarla piyasaya sürülen ve ‘Türk Tarih Tezi’nin özünü oluşturan ‘Güneş-Dil Teorisi’ veya ‘Türk-İslam Sentezi’ adlarıyla bilinen safsatalar, A. Öcalan tarafından ‘Türk-Kürt kardeşliğine’ ‘bilimsel’ yaklaşım olarak sunulmaktadır, (aynı yerde). Bu tezleri çürütmek için ömrünü ceza evlerinde geçirmek zorunda kalan sayın İ. Beşikçi’nin kulakları çınlıyordur şimdi. Ayrıca bunlar hakkında bay F. Bulut ne düşünüyor acaba?


    A. Öcalan, Kemalizme methiyeler düzmekle yetinmiyor, Atatürk’ün ‘ne mutlu Türküm diyene’ sloganında ifadesini bulan ‘üstün ırk’ gibi faşist ideojiye zemin sunmuş kavramları bile övüyor (agy. sf.61). Ahmet Altan gibi bu yüzden yargılanmış Türk demokrat aydınları hayıflansalar hiç de haksız sayılmazlar.


    ‘Bu toplumsal yapıdan devlet doğmaz’ (agy.sf.64) diyerek net bir tespitle ayrı bir devleti rededen A.Öcalan ‘zorla dayatılsa bile ayrılık kabul edilemez’ (sf.73) diyecek kadar da kesin konuşmaktadır. Otonomi ve federasyonunun ‘geri toplumsal yapıya bağımlı olacağı’ (sf.65) ‘öngörü’sünde bulunarak çözümün ancak ‘demokratik cumhuriyet’ çerçevesinde olacağını savlamaktadır. Sanki otonomi veya federasyon ‘demokratik cumhuriyet’e aykırıymış.


    A. Öcalan’ın bu yaklaşımları daha geniş ve titiz bir şekilde değerlendirilebilir. Ama ben, esas konum olan ateşkesi irdelemek istediğimden geçiyorum. Yakalanma ve cezaevi sürecinde hep barış, kardeşlik ve beraber yaşamaktan dem vuran A. Öcalan, ne oldu da birden bire ateşkese son verme kararı alıyor?


    1 eylül 1998’den veya A. Öcalan’ın yakalanmasından beş yıl sonra bugün, barış ve kardeşlik için şartlar daha uygun değil midir?


    Ateşkes ve çatışmaların büyük oranda sonra ermesinden sonra yaşanan gelişmeler olumlu mu yoksa olumsuz mu?


    Demokratik açılımlar ve reforumlar gelişme ve değişmelere yani ilerlemeye mi, yoksa gerilemeye mi hizmet etmektedir?


    Yeni çatışmaların veya bir savaşın çatışan halklara ve özel olarak da Kürt halkına bir yararı var mıdır veya olacak mıdır?


    Bu sorular daha da çoğaltılabilir. Ancak, savaş için, çatışmaların yeniden başlatılması için gerekçelerin, esas olarak yeterli olmadığı ortada. Daha net konuşmak gerekirse, bu savaşın yarardan çok, zararı olacağı kesindir.


    İnanıyorum ki, Kürt halkı en doğru kararı kendisi verecektir. Kürt aydınları, yurtsever ve demokratları sorunu tartışarak güncelleştirmeli ve bilince çıkarmalıdırlar.


    Temennim şudur ki, Kürt halkı, aydın, demokrat ve yurtseverleri bu yeni ‘kirli savaşa’ hayır diyecekler ve bu çeteleri kaderiyle baş başa bırakacaklar.


    M. Hayaloğlu

    10.06.2004






    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/17928.htm



    Re: OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER

    dersim -

    ATESKES ve ATESBASLATMA ÜZERINE DÜSÜNCELER
    Ateşkes ve Ateşbaşlatma Üzerine Düşünceler



    Kongra-Gel/HPG güçlerinin A. Öcalan’ın talimatıyla kendisinin beş yıl önce ilan etmiş olduğu ateşkesi bozmasının üzerinden daha bir kaç gün geçmesine rağmen, ortalığın yeterince gerildiği söylenebilir. A. Öcalan’ın deyimiyle bu, sözde bir ‘savunma savaşı’ imiş. Ama pusu kurma, mayın döşeme, karakolların roketlenmesi, vb. gibi haberleri okudukça ne biçim ‘savunma savaşı’ olduğu da ortaya çıkmaktadır.


    Kamuoyu genelde sessiz. Savaş yanlısı güçlerin ellerini ovuşturmakla kalmayıp pusuya yatmaya başladıkları kesin. Türk aydın ve demokratlarından yükselen cılız seslerden biri R. Duran’a ait. R.Duran, 12.06.04 tarihli www.bianet.org’da yayınlanan 'Memnuniyeti İçselleştirip Sindirebilmek’ adlı makalesinde hem sorunun çözümüne yönelik tespitler yapmakta ve hem de muhatapların durumlarını irdelemektedir:


    >>* Öncelikle Ankara idaresi, günü kurtarıcı, yüzeysel ve seyirciye oynayan davranışları terk etmeli.


    * Bugün artık, özellikle 1999'dan bu yana, bölgede gelişmeye başlayan nispi ve hassas barış ortamının sürmesine rağmen, PKK'nin 1 Haziran tarihi itibariyle, kendisinin tek yanlı olarak ilan etmiş olduğu ateşkesi bozduğunu açıklaması, kelimenin gerçek anlamıyla ortama tuz-biber ekiyor.


    Eskiye oranla halk desteğini belirli ölçüde kaybeden, kendi içinde önderlik sorunları yaşayan PKK'nin bu yaklaşımı, idarenin özellikle Kürt düşmanı, statükocu kanadına büyük bir koz veriyor.


    Kongra-Gel'in AB'nin terörist örgütler listesinden çıkarılması için yaptıkları girişim, ne yazık ki, PKK'nin ateşkesi bozduğunu açıkladığı günlere rastladı. Kürt politikacıları, AB'ye PKK'nin ya da Kongra-Gel'in kısa vadeli örgütsel çıkarları açısından bakmadıkları zaman, hem kendi haklarının sağlanması hem de Türkiye'nin genel olarak demokratikleştirilmesinin bir aracı olarak değerlendirdikleri zaman, daha ikna edici oluyor.<<


    Bu arada Türkiyeli başka bazı aydın, demokrat, devrimci, sosyalist ile değişik parti ve kuruluşlar da barış lehinde açıklamalar yaptılar ki, bu olumludur.


    Kürt aydın ve demokratlarının büyük bölümü ise ‘dut yutmuş bülbül misali’ konu hakkında konuşmuyor. Bir kısmı ellerini ovuşturarak Apocu çetelerle-Tırko’ların hırlaşması beni ırgalamaz diye düşünedursun, bir kısmı da, ‘komplo teorileri’ üretmekle meşgul. Mesela, şöyle bir yorum ne anlama gelebilir? ‘.......Kandil dağında bekletilen silahlı gücün Genel Kurmay izinli, İmralı ” görülmüştür” talimatıyla Güneye karşı bir haçlı seferi düzenlenmesinin bir ihtimalden öte gerçek bir durum olduğu aşikarken, niye Aysel MALKAÇ olayı gündeme taşırıldı?’ diye yazanlar ne kadar ciddi olabilir?


    A. Öcalan ve PKK’nın ateşkesi bozmasında tabii ki bazı kuşkular var. Barış için daha fazla neden varken ve İmralı’dan ‘görülmüştür’ talimatlarıyla A.Öcalan’ın ateşkesi bozun emri vermesi tabi i ki düşündürücüdür. Ama ateşkes bugün devlete karşı bozulurken, gelecekte PKK güçleri G.Kürdistan’a saldıracak diye senaryo yazmaya kalkmak komediden öte ciddiyetsiz bir durumdur. Ancak, inanıyorum ki sessiz duran Kürt halkının ezici çoğunluğu, gerçek aydın ve demokratları barıştan yanadırlar, bu savaşın kendilerine hiç bir yarar getirmeyeceğinin farkında ve bilincindedirler. Sadece yapmaları gereken şeyi, bugün susarak izliyorlar. Ve ben diyorum ki, yarın çok geç olabilir. Çocuklarımızın bu anlamsız savaşta, bu yararsız ve sonuçsuz kör döğüşünde telef olmasını istemiyosak haykıralım, ‘kutsal dava’ uğruna savaş naraları atanları, savaşı kışkırtanları lanetleyelim.


    Bu arada Kürt cephesinde, özellikle PKK ile ilişkili kesimden barışın devamı yönünde bazı açıklamalar oldu. DEHAP genel başkanı T. Bakırhan, Diyarbakır belediye başkanı O. Baydemir, cezaevinden yeni çıkan eski HEP milletvekilleri ve tanınmış bazı Kürt şahsiyetler, barışın sürmesi, uzlaşma ve çözüm yönünde çağrılarda bulundular. Bunun, danışıklı bir döğüş olup olmadığını veya samimiyet derecesini bilemem ama açıklamaların olumlu olduğunu söyleyebilirim.


    Biraz da Zazaların ve özel olarak da Dersim ve Dersimlilerin durumu üzerinde durmak istiyorum. Pülümür-Ovacık-Tunceli yollarında pusu, çatışma, ölü, yaralı haberlerini duyuyoruz. Durumun ne kadar gergin olduğunu tahmin etmek mümkün.
    Olağanüstü halin kalkmasının üzerinden bilmem bir yıl geçti mi? Son iki üç yıldır insanlarımızın küçük de olsa, bir kısmı köylerine dönmeye başlamıştı. Yakılmış, yıkılmış, viraneye dönmüş köylerini, evlerini yeniden inşa etmeye, şenlendirmeye başlamışlardı. 90’dan beri köylerine gidemeyenler, mezarlıklarını, ziyaretgahlarını göremeyenler son yıllarda bu hasretlerini gidirmenin keyfini çıkarmaya çalışıyorlardı. Son dört yıldır Munzur Kültür ve Doğa Festivali yapılmıştı ve bu yıl da beşincisinin gerçekleştirilmesi için hazırlıklar başlamıştı. Solan umutlar yeniden canlanmaya başlamıştı ki, ateşkesin bozulması ve bölgede yükselen çatışma sesleriyle ortalığı toz-duman ile kara-bulutlar kaplamış bulunmaktadır.


    Susacacak mıyız?


    Ben kendi payıma yeniden çatışma ortamına, 90’lı yıllara dönmeye hayır diyorum. Birileri, halkımıza sormadan, ama onun adına onu yeniden ateşe atmak ve yok etmek istiyor. Bu, bir provakasyondur. Bu, Dersim’in imhası ve tamamen insansızlaştırılması için hazırlanan bir oyun ve büyük bir komplodur. Dersim’liler son bir kaç yıldır Munzur nehri ve kolları üzerinde kurulmak istenen barajlarla yok edilmek istenen köylerimizin, doğal güzelliklerimizin, tarihi eser ve kutsal yerler ile mezarlıklarımızın kurtulması için sınırlı güçleriyle mücadele ediyorlar. Ve her şey aslında alenen, dünya alemin gözü önünde yapılıyor. Çok küçük çaba ve destekler hariç, suskunluk hakim ve Dersim’in kalbi sulara gömülerek DERSİM ölüme mahküm edilmektedir. Daha önceki çatışmaların verdiği zararlar ortada. Dersim yaralı, Dersim can çekişiyor. Ve fakat Dersim ölmek istemiyor, Dersim yaralarını tedavi ederek yaşamak istiyor. Dersim ölüme karşı direniyor ve teslim olmak istemiyor.


    Dersimli aydınlar, yurtseverler, demokrat ve sosyalistler! Sizlere sesleniyorum. Dersim’e sahip çıkın, seyirci değil aktif olun. Susmayın. Munzuruma Dokunma Kampanyasını, Dersim’e Dokunma; Dersim’e Sahip Çık kampanyalarıyla birleştirelim. Seviyeli ama kararlı bir tavırla sesimizi yükseltelim. Tanınmış Dersimli şahsiyetler, özellikle çağrılar yapmalıdır. Kamu oyuna yönelik bildiriler, paneller düzenlemeli, heyetler oluşturarak durumuzu dile getirmeliyiz.


    Bu arada başta Kürt ve Türk demokrat ve aydınları, devrimci ve sosyalistleri olmak üzere komuoyuna seslenmek istiyorum. Dersim’in yok edilmesine seyirci kalmayın. Kürdistan ve Türkiye’de kanın yeniden akmasına, ülkelerimizin ve halklarımızın mahf olmasına izin vermeyin.


    Savaşa hayır! Barışa evet!


    İnsanca bir yaşam için, özgür, eşit ve demokratik bir ortam için ileri.


    M. Hayaloğlu

    14.06.04.






    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/18010.htm



    Re: OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER

    dersim -

    SALDIRILAR ve ÇATISMALARIN SONU NEREYE VARACAK
    SALDIRILAR ve ÇATIŞMALARIN SONU NEREYE VARACAK?


    Baharın gelmesiyle havalar ısınırken, saldırı ve çatışma eylemleriyle de ortalık gittikçe kızışıyor. Newroz’a doğru tırmanan ve tırmandırılan çatışmalarda ölü ve yaralı sayısı gün geçtikçe yükseliyor, bilanço ağırlaşıyor. Anlaşılan bu yaz oldukça hararetli geçecek. Her iki tarafın açıkladığı rakamlardan ölü ve yaralı sayısının oldukça kabarık olduğu anlaşılmaktadır.


    Ölü ve yaralı sayısı hakkında kesin ve güvenilir bilgiler mevcut değildir. Ancak her iki tarafın bazen abartılı ve tek yanlı da olsa açıkladığı rakamlardan, meydana gelen çatışmalarda her gün üç-beş, bazen beş-on ve hatta 15-20 kişinin yaşamanı yitirdiği anlaşılmaktadır.


    Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a göre “Türkiye'de 1979-2004 yılları arasında yaşanan 97 bin terör olayı sonucu 42 bin 976 kişi” hayatını kaybetmiştir.¹ Kabul etmek gerekir ki, bu rakamlar çok daha büyüktür. Mesela “...1979-1983 yılları arasında 40 bin 37 terör olayı meydana geldiğini, aynı yıllar arasında yapılan değerlendirmeye göre de 12 Eylül öncesinde 32 bin kişinin hayatını kaybettiğini, sonrasında ise bu rakamın 7 bine düştüğünü” belirtiyor. Oysa 1984-1999 yılları arasında çatışmaların daha da yoğunlaştığı ve ölüm oranlarının çok daha yüksek olduğu bilinmektedir. Prof. Dr. Özcan, “...1984-2004 yılları arasında en çok terör olayının 1993'te yaşandığını, ...bu tarihler arasında yüzde 66'sını bölücü örgüt PKK'nın gerçekleştirdiği terör olaylarında 10 bin kişinin öldüğünü” belirtiyor. Anşılıyor ki söz konusu döneme ait yeterli bilgi ve materyale sahip değil. Çünkü A. Öcalan’ın yargılanması sırasında ve özellikle askeri çevreler tarafından “kırk bin” kişinin ölümünden sorumlu tutulduğu sır değildir. Aynı şekilde “...Terörle mücadele için 100 ile 120 milyar dolar arasında para harcandı”ğını belirten Yusuf Ziya Özcan, “Bu rakam, Türkiye'nin toplam borcuna tekabül ediyor” diye vurgulamaktadır.


    PKK çevrelerinin ‘ateşkes’ dönemine ilişkin değerlendirmelerinde rakamlar şu şekilde verilmektedir: “...1999 yılı Ağustos ayından 1 Haziran 2004 yılına kadar gerçekleştirilen operasyon sayısı: 744. Temas: 440. 2001 yılına kadar yapılmayan ancak yıl sonundan itibaren başlayan misilleme sayısı: 465. Yaşanan temas ve gerçekleştirilen misilleme eylemlerinde ve çatışmalarda yaşamını yitiren subay, asker, korucu polis sayısı, 55 subay-astsubay olmak üzere toplam 1054. 2 Ağustos 1999 tarihinden 1 Haziran 2004 tarihine kadar yaşamını yitiren gerilla sayısı: 509.”²


    Görüldüğü “ateşkes” gibi en sakin dönemde bile meydana gelen olaylar için verilen rakamlar hiç de küçümsenecek gibi değildir. 1 Haziran 2004 tarihinden itibaren, ateşkesin bozulması ile beraber çatışmaların oldukça yoğunlaştığı ve zaman zaman dozunu arttırarak sürdüğü ve her gün karşılıklı olarak onlarca ölü ve yaralı verildiğini basını yakından takip edenler kolayca tahmin edebilirler.


    Peki bu çatışmalar kime ve neye hizmet ediyor?

    PKK, A. Öcalan’ın yakalanması ile beraber ‘ateşkes’ ilan etti ve bu durum 1 Haziran 2004 yılına kadar devam etti. Yukarı da verilen rakamları dışta tutarsak, yaklaşık beş yıllık bu dönem nispeten sakin geçti. Söz konusu dönemde bölgede yaşayanlar veya ziyaret edenler bu durumu çok iyi bilmekte ve aradaki farkı da açık bir şekilde görebilmektedirler. Ancak, çatışmaların yeniden başlaması ile her şey değişti, tekrardan eski çatışma ortamına dönüldü.


    Askeri çevreler bu durumu “düşük yoğunluklu savaş” olarak nitelendirmişti. PKK çevreleri ise “kirli savaş” tanımlamasını daha çok benimsemişlerdi. İster “düşük yoğunluklu savaş” ister “kirli savaş” olarak nitelendirilsin, çatışmalar sürüyor ve ortam gittikçe geriliyor. Çatışmalar, pusular, mayınlar, uzaktan kumanda ile patlatılan bombalar, her gün yeni ölü ve yaralılara neden olmaktadır. İnsanların yaşam, can ve mal güvenlikleri yoktur. Kendi köyünde, arazisinin içinde ve hatta evinde ya da evinin yakınında ölümle burun burunadır. Bu durumun bütün Kuzey-batı Kürdistan için geçerli olduğunu tahmin etmek mümkün. Ama özellikle Dersim ve çevresindeki durum tastamam budur.


    A. Öcalan’ın yakalandığında, Türk devletine verdiği sözlerden biri de bir daha asla savaşa baş vurmayacağına dairdi³. Peki ne oldu da, sözünde durmadı?


    Beş yıllık sürecin, hiç de kısa olmadığı, devletin bu süreç içinde gerekli adımları atmadığı, tersine oyalama içine girdiği, asimilasyon ve imha politikalarına devam ettiği söylenebilir. Bütün bunların hepsi doğrudur. Ancak, bütün bunlara rağmen savaşı başlatmak, ateşkesi bozmak doğru muydu, gerekir mi?


    Türkiye’de yaşanan süreç ve uluslararası durum göz önünde bulundurulduğunda, bu sorulara olumlu cevap vermek mümkün değildir. Her şeyden evvel PKK yenilgiye uğramış, bizzat önderinin yakalanması ve siyasi olarak teslim olmasıyla bu durum tesçillenmişti. Denebilir ki bu, hazırlıksız bir yakalanıştı. A. Öcalan, ölüm korkusuyla savunduklarını red etmekle kalmamış, devleti, orduyu ve Kemalizmi savunan ve öven bir tavır takınmıştı. Bunu “Bu anlamda tarihi bir hizmetin gereklerini yerine getirdiğime inanıyorum” diye ifade etmişti, (agy, sf.98). Sonra, idam edilmeyeceği anlaşıldı. Kendisine sağlanan olanaklarla ya da yasal boşluklardan yararlanarak, avukatlarına dikte ettirdiği açıklamalar birer basın toplantısı gibi yayınlandı. Örgütü yeniden ama bu sefer cezaevinden ve avukatları vasıtasıyla yönlendirdi. ‘Demokratik Konfederalizm’ adı altında tezler ortaya atıp, DTP gibi partiler kurdurdu, vs. Bununla da yetinmedi, söz de “meşru savunma” adı altında “areşkesin bozulması” ve savaş kararları aldı veya aldırdı.


    PKK’nın son iki, üç yıllık politikaları irdelenirse, her şeyin A. Öcalan’ın serbest bırakılmasına, bıraktırılmasına endekslendiği görülecektir. Gösteriler, diplomatik girişimler sonuç vermeyince, savaş kararı yani ateşkesin bozulması ve çatışmaların yeniden başlatılması, bu yaklaşımın en son halkasını oluşturmaktadır. Burada yapılan veya düşünülen şey, Kürt halkının çıkarları değil, Kürt halkının kaderinin, bir kişiye yani A. Öcalan’a feda edilmesidir.


    Yasal, demokratik, legal çalışma ve örgütlenme


    Yasal, demokratik, legal ve şeffaf çalışma ve örgütlenme güvenilirliğin, ciddiyetin, samimiyetin, haklılığın biricik teminatıdır. PKK gölgesi, yasal siyasal oluşumların, sivil toplum örgütlerinin üzerinden kalkmadığı müddetçe, bu örgütler meşruiyet kazanamaz, güvenilirlikleri her zaman şüpheyle karşılanır.


    Savaş ve çatışmalar Kürt halkının dinamiklerini parçalayıp dağıtıyor. Başta demokrat unsurlar ve oluşumlar olmak üzere halkın bütün kesimleri zarar görüyor. İnsanlar köylerini, kasabalalarını terk ederek şehirlere kaçıyorlar. Tek cümleyle ifade etmek gerekirse, ekonomi felç olmuştur. Tarım ve hayvancılık can çekişiyor, yatırımlar yok ya da çok az. Geriye dönüşler durmuş. Ümitsizlik, genel ruh hali haline gelmiş.


    Savaşın ve çatışmanın etkileri sadece Kürt ve Zaza halklarının yaşadığı bölgelerle sınırlı değildir. Türklerle meskün yerlerde, metropollerde ve genel olarak bütün Türkiye’de çatışmaların olumsuz etkilerini görmek ve gözlemlemek mümkün. Çatışmalarda hayatını kaybeden askerlerin cenazeleri, askeri törenlerle kaldırılırken, bu törenler ‘siyasi’ ve ‘ulusal’ gösterilere dönüşmektedir. Bu, müthiş bir ırkçılığı ve Kürt düşmanlığını da beraberinde getirmektedir. Metropollerde yasal, demokratik kurum ve kuruluşlar, siyasal parti ve örgütler sürekli artan bir baskı ve tehdit altındadırlar. Legal ve yasal kurumların, tutuklu ve insan hakları örgütlerinin, sendikaların bildiri dağıtmaları, basın açıklamaları yapmaları engelenmekle kalınmıyor, saldırıya uğruyor, linç girişimleriyle karşılaşıyor.


    JİTEM’e karşı TAK

    Türkiye kamuoyu yıllardır, Özel Harp Dairesi, JİTEM gibi derin devlet kuruluşlarıyla TİT (Türkçü İntikam Tugayı) gibi paravan örgütlerle meşgul iken şimdi de TAK diye ayrı bir oluşum konuşuluyor. Bir minibüs, bir belediye otobüsü, bir çöp bidonu birden bire infilak ediyor ve etrafa da TAK diye kağıt parçaları saçılabiliyor. Ya da vapur, tren, otobüs durağında beklerken, mağazaya girer veya çıkarken ortalık birden bir patlamayla sarsılabiliyor. Bunların arkasında hep TAK çıkıyor. TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) demekmiş.


    Nedir TAK?


    Yıllar öncesinden A. Öcalan’ın şu demeçlerini hatırlar gibi oluyorum: Onları, kendi silahları ile yine kendi mekanlarında vurabiliriz, diyordu. Nitekim Kapalıçarşıda, Tuzla tren istasyonunda, Maviçarşıda ve daha başka yerlerde patlayan bombalar bu mesajları doğruluyordu. Ama A. Öcalan’ın yakalanması, bu süreci bir süre için kesintiye uğrattı. Fakat son yıllarda bunun yeniden organize edilip piyasaya sürüldüğü anlaşılmaktadır. PKK’dan ayrılan ve PWD adlı oluşum içinde yer alan Hıdır Sarıkaya’nın ‘Peygamberlerin İşleri’ adlı makalesinde konu ile ilgili anlatımları oldukça ilginç, (4). İlginç olduğu kadar da gerçek. Hatırlarsınız, Kuşadasında bir minibüste bomba patlamış, 5 kişi ölmüş, 13 kişi yaralanmıştı. Bakırköy’de, bir mağazanın önünde patlayan bomba, onlarca kişinin yaralanmasına neden oluyor. TAK derken, TİT/MİT bağlantılılar devreye giriyor ve yakaladıkları doğulu bir genci ‘canlı bomba’ diye linç girişiminde bulunuyorlar.


    Türk devleti ne yapmak istiyor?


    Türk devleti sorunu, demokratik yollardan çözmek niyetinde değil. Son beş yıllık süreçte bu çok açık bir şekilde görüldü. Türk devletinin genel tavrı şudur: Sorunu sürece bırakmak. Bu sürecin Türk hakim unsurunun yani Türk milletinin lehine işlediği kanısındadır. Kürtlerin süreç içerisinde asimile olacağı, sindirileceği ve etkisizleşeceği var sayımı üzerine politika yapıyorlar. Bu konuda seksen yıllık cumhuriyet döneminde edinilen tecrübeler ve başarılar kendilerini umutlandırmaktadır. Özellikle Dersim’in imhası ve dağıtılması süreci, bu politikanın sürdürülmesi yönünde kendilerine bir güven vermektedir. Keza Alevilere karşı takınılan tavır ve gelinen süreç, bu politikalarının başarılı olduğu şeklinde değerlendirilmektedir. Aralarında nüas farkları olsa da Türk hakim çevreleri, iktidarı ve muhalefetiyle, ordusu ve bürokrasisiyle gerçek anlam demokratik açılımlardan yana değildir. Sadece Kürt sorununda değil, diğer alanlarda da, örneğin Alevilik, Dersim, Ermeni veya Kıbrıs konularında, sorunların demokratik bir çerçevede değil, kendi istedikleri bir şekilde, Sünni İslam ve Türk Milliyetçiliğinin çıkarları temelinde çözülmesinden yanadırlar.


    Avrupa Birliğine girme ve demokratikleşme meselelerinini tamamen oyalayıcı bir tarzda ele almaktadırlar. PKK’nın şiddete baş vurmasını bahane olarak kullanıp süreci uzatmaya ve kendi isteklerini kabul ettirmeye çalışıyorlar.


    Çatışmaların tırmandırılması, çözümü zorlaştırmaktadır


    PKK’nın çatışmaları tırmandırması, hem Kürt sorununun ve hem de diğer sorunların demokratik çözümünü zorlaştırmakta ve adeta militarist kesimlerin eline bir koz tutuşturmaktadır. Nitekim militarist kesimler, bu ortamı ganimet olarak değerlendirip savaş provaları yapmakta ve gerçekleştirilen operasyonlarla en başta savunmasız köylü kitleleri imha edilmekte ve zarar görmektedir. Öte yandan bu tip bir savaşın ve çatışmaların Türk ordusunun işine geldiği de başka bir gerçektir. Üç beş kişilik hafif silahlı gruplara karşı, her türlü donanıma sahip bir kaç yüz, gerektiğinde bir kaç bin kişilik birlikler sevk edilmekte ve üç beş kayıp verilse de, sonuçda sadece direnişçiler değil, köyler ve kasabalar imha edilerek insansızlaştırılmaktadır. Dolayısı ile çatışmaların sürdürülmesi, Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin yararına değil, zararınadır. Çatışmaların sürdürülmesi, Türk devletine ve özellikle de militarist çevrelere hizmet etmektedir.


    Çatışmaların Kürt halkına, Dersim’e ve Zaza halkına, Türkiye’deki demokrasi güçlerine zarar verdiği kesindir. Bunu tespit etmek ve söylemek, Türk devletine hizmet etmek değil, tersine Türk devletinin militarist plan ve programlarını deşifre etmek ve engellemektir. PKK çevreleri ve uyduları ile çözümsüzlük içinde debelenen bazı yardakçıları ve yağcıları başta olmak üzere bazıları, savaşa ve çatışmalara tavır alan kesimleri, devletin ve faşist çevrelerin ağzıyla konuşmakla itham etmektedirler. Gerçekleri göremeyecek kadar zavallılaşan bu çevrelerin iddialarının hiç bir değeri yoktur.


    PKK, Kürt sorunun çözümünün önünde bir engeldir.


    Kürt sorunun çözümünün önündeki tek engel, devletin izlediği politikalar değildir. Bu politikalar, şüphesiz ki sorunun çözümünün önündeki en büyük ve temel engeldir ama tek engel değildir. Kürt sorunun çözümünün önündeki ikinci büyük engel ise PKK’nın şiddete dayanan politikalarıdır. Dolayısı ile PKK sorunun çözümü önündeki engellerden biridir.


    Sadece şiddet politikası değil, yasal ve demokratik, legal ve meşru Kürt çevrelerinin gölgede ve zan bırakılması, dıştalanması da sorunun çözümünü zorlaştırmaktadır. PKK, muhalif güçleri ve kişileri etkisiz hale getirerek dıştalamaktadır. Gerektiğinde şiddet uygulamakta ve fiziki imhayla da ortadan kaldırmaktadır. Böylece Kürt halkının kendi iradesinin ortaya çıkmasını, tecelli etmesini engellemektedir. Bu engel o kadar güçlü ve tahrip edicidir ki, ancak devletin uyguladığı politikalar ve engellerle karşılaştırılabilinir. Kürt halkının demokratik dinamiklerini imha eden, engellen güçlerden biri Türk devleti ise, diğeri de PKK’dır. Bunun görmek, önemsemek ve ortaya koyarak deşifre etmek gerekir.


    PKK’nın yasal ve demokratik çevreleri etkisizleştirmesi ve gerçek rollerini oynamasını engellemesinin en açık örneklerinden biri de, başından beri sürekli denetimi altında tutmaya çalıştığı kitle ve sivil toplum örgütleri ile partilerdir.
    HEP/DEP/HADEP ve bugünkü DTP, PKK’nın gölgesinden kurtulamadılar. Bu partilere birer kukla rolü veriliyor PKK’nın legel plandaki sözcülüğü ile görevlendiriliyorlar. Bu partiler, hiç bir zaman ne demokratik bir rol oynadılar, ne de bağımsız siyasal bir tutum takınabildiler. PKK’ya ve PKK’lılara yardım ve yatakçılıktan öteye bir rol oynayamadılar. Dolayısı ile A. Öcalan’nın ve PKK’nın yalakaları konumuna düştüler. Prestijlerini yitirdiler ve ciddiye alınmadılar. Türk devleti, sadece şiddet ve yasal kovuşturmalarla değil, bütün hile ve dolaplarla bunları devre dışı bıraktı ve teröre ‘destek’ veriyorlar diye de uluslararası kamuoyunda propaganda yaparak etkilerini kırdı.


    Dersim ve Zaza Bölgelerinde PKK ve DPT


    PKK ve legal sözcüsü DTP başta Dersim ve çevresi olmak üzere, Zaza yerleşim yerlerinde çalışmaya özel bir önem veriyorlar. Belirtmek gerekir ki , başta Dersim olmak üzere, Zazaca (=Kırmanciki, Dımilki, Kırdki) konuşulan yerleşim bölgelerinde PKK ve DTP’ine destek verenler, Zaza halkının asimile olmasına alet olmaktadırlar. Bu asimilasyon çok sinsi ve çok tahrip edici boyutlardadır. Kardeşlik, dayanışma, ayrımız-gayrımız yoktur demogojisiyle Zaza dili konuşulmamakta, kültürü yaşatılmamaktadır. Buralarda başta il ve ilçe parti ve belediye yöneticileri olmak üzere DTP ve PKK temsilciliğini üstlenenler büyük bir vebal altındadırlar. Bu konunun irdelenmesi ayrı bir yazının konusu olabilir.


    PKK, kendini feshetmelidir.


    Bütün bu sorunlar değerlendirildiğinde, eğer PKK gerçekten Kürt halkının çıkarlarından yana ise yapması gereken en doğru şey, kendini feshetmesidir. PKK, kendini feshederek Kürt halkının ve Kürt demokratik çevrelerinin önünü açabilir ve böylece sorunun çözümüne katkıda bulunabilir. PKK miyadını doldurmuştur. Şiddet, Kürt sorununu çözmez, daha da karmaşık hale getirir.


    M. Hayaloğlu

    29.06.06


    Notlar:

    ¹ .Hürriyet, 09.06.2005. “İstanbul Demokrasi ve Küresel Güvenlik Konferansı” paneldeki konuşmasından, (http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0%2C%2Csid~2@nvid~588698%2C00.asp).


    ². Yeni Özgür Politika, 30 Mayis 2006, Seyit Evran / Laşer Tekoşin, (http://www.agahdari.com/article3359.html).

    ³. “Yine savunmamla soruna şiddetle yaklaşımın tarihi anlamı kalmadığını, bunu tekrarlamanın ağır bir sorumsuzluk olacağını, bunu önlemek için büyük çaba içinde olmaya çalıştığımı, daha çalışmam gerektiğini, hatta tek yaşam gerekçemi, barış evresini yakalamak olduğunu belirtme kararlılığımı ortaya koymaya çalıştım.” (A. Öcalan, Savunmalarım, sf. 98, Weşanan Serxwebün 94, 2.Baskı).

    (4). Peygamberlerin İşleri, H. Sarıkaya (http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23427.htm)







    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23557.htm



    Re: OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER

    dersim -

    ATESKES, BARISA DOGRU ATILMIS BIR ADIM OLABILIR MI
    ATEŞKES, BARIŞA DOĞRU ATILMIŞ BİR ADIM OLABİLİR Mİ?

    PKK/KKK tarafından 1 Ekim 2006 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere ateşkes ilan etti. Tek taraflı bir ateşkes barışa giden yolda bir adım olabilir mi? Bunu süreç gösterecek. Ama çatışmaların durması demek, daha huzurlu bir ortamın oluşacağı anlamına gelir. A. Öcalan'ın yakalanması ile 2004 yılının başlarına kadar süren tek taraflı ateşkesde bu durum açıkça görülmüştü. İnsanlar köylerine geri dönmüş, evlerini onarmaya çalışmış, yerlerinde yurtlarında yeniden yaşayabilme umuduğu doğmuştu. Ama 2004 yılında çatışmaların yeniden başlaması ile bu süreç kesintiye uğramış ve yeniden umutsuzluk hakim hale gelmişti. Bakalım umutlar yeniden yeşerecek mi?


    Sorunun muhatabı TC devleti'nin hala hazır olmadığı gözlenmektedir. Konunun esas muhatabı Türk genelkurmayı bizzat başkanının ağzından, PKK için "...tek çare silahını kayıtsız şartsız bırakıp Türk adaletine sığınmak." olduğunu tekrarlarken, "..."Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), tek terörist kalmayıncaya kadar mücadelesini sürdürecektir..." açıklamasını yapıyor. TC cumhurbaşkanı Sezer, "Silahlı Kuvvetlerimiz ülkemizin ve siyasal rejimimizin varlığının ve sürekliliğinin güvencesidir" nakaratını çalarken, TC başbakanı çözümsüzlük içinde "....Ne derece samimiler göreceğiz. Eğer örgüt sözünde durursa durduk yerde operasyon diye bir şey olmaz..." deyip kem küm etmekle yetiniyor. Türk kamuoyunda çatışmaların durması, barışın gelmesi, sorunun çözülmesi konusunda çok güçlü, çok samimi bir istek gözükmemektedir. Milliyetçilik zehiri ile ağulanmamış Türk halkı, savaşa hayır diyebilecek güçte değil. 1999 yılından 2004 yılına kadar süren tek taraflı ateşkes ortamında Türk devleti, sorunu çözmek için hiç bir adım atmadı. Bugün de bu adımı atacak gibi gözükmemektedir. TC, başta TSK olmak üzere devlet olarak, izlediği politikaları ile demokrasi ve özgürlüğün önündeki esas ve en büyük engeldir.

    PKK/KKK cephesi ise, 2004 yılında hiç bir dayanağı yokken, ateşkese son verip çatışmaları yeniden başlatmakla başlanılan noktaya gelmişti. İki yıldır süren çatışmalar, sadece fiyasko ile sonuçlanmamış aynı zamanda Dersim, Kürdistan ve genel olarak bölge coğrafyasında Zaza ve Kürt halklarının zararına gelişmiştir. Hiç bir kazanımı olmayan bu çatışmalar, Türk halkı ile düşmanlıkları derinleştirmiş, genel olarak demokrasi güçlerinin zarar görmesine ve baskı alına alınmasına neden olmuştur. PKK/KKK çatışmaları tırmandırarak, bir yandan başta Kürdistanlı ulusal güçlerin demokratik açılımlarını baltalayıp ipotek altına alırken, diğer yandan sorunu A. Öcalan'ın "serbest bırakılması"na indirgeyerek bir halkın özgürlük mücadelesinin önüne geçirmek gibi bir yanlış yaptı. Tabii bu, temelsiz ve yanlış politikanın başarılı olması zaten beklenemezdi.

    Çatışmaların 2004 yılında yeniden başlaması ile beraber başta barış ve demokrasi güçleri olmak üzere çeşitli çevrelerin çabaları, DPT ve A. Öcalan çağrılarından sonra PKK/KKK tarafından "ateşkes" ile yanıtlandı. Ama PKK/KKK kendini feshetmediği müddetçe, nihayı olarak silahları bırakmadıkça, bir tehdit olarak varlığını sürdürecektir. PKK, KKK, HPG veya başka bir ad altında "silahlı" olarak varlığını sürdürdüğü müddetçe barış tehlike altında demektir. Barış ve demokrasi ortamına giriş için, Kürt ulusal ve demokratik hareketinin önünü açmak için PKK'nin, bütün silahlı birimlerini feshetmesi gerekir. PKK silahlı birimlerini bir tehdit unsuru olarak koruduğu müddetçe gerçek bir barış olmayacaktır. PKK/KKK, başta Kürt halkının özgürlüğü olmak üzere demokrasi mücadelesinin önünde, TSK ve devletten sonra ikinci büyük engeldir.

    Savaş ile Kürt halkının hiç bir hak alması beklenemez. Çatışmaların, savaşın bir tehdit unsuru olarak sürmesi demek, demokratik ve özgürlüklerin sürekli tehdit altında olması anlamına gelir. Demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmemesi, gelişememesi demek, başta Kürtler olmak üzere bütün ulusal, kültürel, inançsal kimliklerin ve toplulukların baskı altında kalması ve haklarına kavuşamaması anlamına gelir. Demokratikleşme gelişemezse ulusal, siyasal, düşünsel, inançsal ve kültürel sorunlar çözülemez. Demokrasi, bütün bu sorunların çözümünün yegane çaresidir. O halde bütün demokrasi ve özgürlük sevdalılarının, birlikte ve beraber mücadelesi sorunların aşılmasında tayin edici önem arzetmektedir.

    Türkiye, Kürdistan ve Dersim'de, kısacası bütün bölge coğrafyası Anadolu'da, hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, demokrasi ve özgürlük güçleri sesini yükseltmeli ve güçlerini ortak cephelerde birleştirmelidirler. Kalıcı bir barış, demokratik bir ortam, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması, ancak demokrasi güçlerinin mücadelelerinin ve başarılarının sonucu olabilir.


    02. Ekim 2006

    M. Hayaloğlu






    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23681.htm



    Re: OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER

    dersim -

    Bir Nasrettin Hoca Fikrasi ve Kelin Dermani
    Bir Nasrettin Hoca Fıkrası ve Kelin Dermanı


    Nasrettin Hoca 13.yüzyılda yaşamış ama "geleceği gören" bir yapıya sahipmiş. İnanmazsanız, şu fıkrayı okuyun ve Türkler'in sadece boğaz köprüleri ile Asya'yı Avrupa'ya bağladıklarını değil, yürüyerek de Avrupa'ya gittiğini taa o zamanda öngörmüş. Bu fıkrayı bir gazetede okumuştum. Ama hangisi olduğunu şu anda hatırlayamıyorum. Fıkra aşağı yukarı şöyleydi:

    Nasrettin Hoca bir gün İstanbul'u ziyaret etmek istemiş. Gelmişken de, şu boğaz köprüsünü görmeden gitmek olmaz demiş. Köprüye varınca, eşeğine ters binmiş, seyr ede ede, Anadolu yakasından Rumeli yakasına doğru yavaş yavaş sürmeye başlamış. Görenler de, merakla "aaaa...Nesrettin Hoca" deyip seyre dalmışlar. Derken biri yanaşarak "ya Hoca'm, herşey iyi güzel de, şu eşeğe niye ters binmişsin ki" diye sorar. Hoca dayanamaz, fırsatı yakalamışken, lafı gediğine koyar. "Ah... erenler", demiş, "bir bilseniz, bunu neden yaptığımı? Avrupa'ya gidiyorum, ama gözüm ve gönlüm, hala Asya'da."

    Şimdi diyenleriniz çıkacaktır. Bu fıkrayı durup dururken neden yazdığımı. Türkiye’de Avrupa Birliğine girmemek için ayak diretenleri kastetmek için yazdığımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. İşin o yanı da var. Ama esas nedeni şuydu: Kırkını aşmış, altmışına merdiven dayamış nesil iyi bilir. Biz Dersimliler hepimiz, şöyle ya da böyle politikaya bulaşmış, kimimiz CHP’li veya TİKP’li pardon Kemalist, kimimiz TİKKO’cu veya TDKP’li sosyalist ama gerçekte sosyal şövenist, kimimiz de Apocu (Kürtçü, millliyetçi) olmuştuk. Ama gerçekte ise, politikacı olamamıştık, sadece “bulaş”mıştık. Birer figürandık, “Türkiye Devrimi” ve “Kürdistan” için savaştık! Vurduk, vuruştuk; öldük, öldürdük! Kimimiz sakat kaldı, kimimiz hapis. Gençliğimiz işte böyle geçti.

    Yirmi yıl sonra dönüp bakanlarımızdan bazıları şunları söylediler: Dersim’den geriye kalan bir “enkaz”dır. Bu enkazda benim/bizim de payım/ız vardır veya bu enkazda benim/bizim de payım/ız var mıdır diye sormaya başladılar. Evet, ama bu ne derece sağlıklı yapıldı veya yapılıyor? Bence her Dersimli’nin bugün gelinen aşamada bu soruyu kendisine sormasında büyük bir yarar var. Sadece kendi kendisine sorması da yetmez. Bunu, birbirimizle de paylaşmalıyız. Evet, “ben Dersim için ne yaptım?” Ben Dersim’e hangi zararları verdim? Dersim’e yaptığım bir hizmet var mıdır? Dersim’e bir yararım dokunmuş mudur? Bu sorulara doğru cevaplar verdiğimiz veya bulduğumuz zaman, yapacaklarımızın bir yararı, evet belki küçük bir faydası olabilir.


    Türk veya Kürt solundan gelen ama gönlü hala oralarda bir yerde kalanların, Dersim’e “katkı” olarak sunabilecekleri zerre kadar bir şeyleri yoktur, olamaz da. Kelin dermanı olsaydı, önce keline sürerdi.


    07.12.2006

    M. Hayaloğlu


    http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23785.htm



    Mit folgendem Code, können Sie den Beitrag ganz bequem auf ihrer Homepage verlinken



    Weitere Beiträge aus dem Forum DERSİM-ZAZA ARŞİVİ

    AIHM'in Içyer Karari ve Köye Dönüs Sorunu... Hüseyin AYGÜN - gepostet von dersim am Sonntag 17.06.2007



    Ähnliche Beiträge wie "OLAYLAR, GÖRÜSLER, DÜSÜNCELER"

    Komik Olaylar.... - close (Freitag 15.04.2005)
    Futbolda istenmeyen olaylar(2) - close (Freitag 06.05.2005)
    acayip ve gerçek olaylar - funda (Montag 16.04.2007)
    Futbolda istenmeyen olaylar - close (Freitag 06.05.2005)
    Ekin Hakkinda Özel Düsünceler - Mesut01 (Montag 03.04.2006)
    2001 y&#305;l&#305;n&#305;n "Garip Olaylar& - alyazmalim (Montag 05.06.2006)
    Komik Olaylar... - Caglaraga (Dienstag 27.02.2007)